“Geç kaldın” dedi Hande. “ Evi boyatmak için geç kaldın. Kurur mu o ev kızım bu mevsimde? Çalışacak ırgatlar bile memleketlerine gitmiştir. Hem kolay mı o eski evin her yerinin tamiri? En son beş yıl önce sen Paris’ten tatile geldiğinde beraber gitmiştik yanlış hatırlamıyorsam. Safoş hayattaydı henüz. Çeşit çeşit böreklerin tadı hâlâ beynimin bir köşesinde. Bekle biraz daha, baharda gideriz. Yani daha kolay olur diye söylüyorum. Sen bilirsin yine de. Ancak ben bu sıralarda gelemem. Biliyorsun Ahmet’in işleri var, ben de şirketi bırakamıyorum.”
“Anlıyorum” dedim.
Ada; sonbaharda, ilkbaharda, kışta, yazda her daim güzel olur.
“Sen, Hande’ciğim; sen beş yıl evvelini, ben ise hatırlayamadığım bir zaman parçasında, yıkık dökük bir kafede, dolunay tam karşımdayken, Aznavour çalan gençliğimin kahvecisini; tahta masada içilen bir bardak şarabın onulmaz yarasında, eski sevgilimin sesini; “Adieu jolie candy” şarkısı eşliğinde bir temmuz gecesinde, karmakarışık duygularla, gerçekten olamayacak bir ilişkiye kendimi kaptırmamanın gerçekliğiyle adanın sevecenliğini kucaklayışımı hatırlıyorum” dedim içimden.
Gülümsedim.
Sonra Marcel geldi aklıma. “Gülümseme” derdi bana. “Koca gözlerinin kenarları daha da kırışıyor. Ağzını aça aça gül. İşte böyle... O zaman yüzünün tamamı deformasyona ortak oluyor. Çizdiğin kadın suratları ile özdeşleşiyorsun.”
Sevgili Marcel... Kırmızı âşığı Marcel’im benim. Ton ton kırmızıyı, biraz da karayı kullanıp içinin yangınını ve çocukluğunu annesine armağan eden, gazete kupürlerinden kesip parçaladığı babasını ise Paris’in herhangi bir sokağındaki etekli hemcinslerine peşkeş çeken, kendisine ait odalara; o harikulade tekniğiyle dalmanızı sağlayan, salonların vazgeçilmez - kendi deyimiyle boyacısı - ressamı Marcel’im benim...
Nasıl da üzülmüştü, “Ben geri gideceğim, gerçeklerimi özledim artık” dediğimde... Aslında üzülmekten öte, anlam verememişti tanıdığını sandığı ben’e. Belki benim, her yılbaşı gecesi sonunda, kucakladığım Janis Joplin CD’leriyle; yırtılmış bir ayakkabı tabanını andırır dilimin dile getirdiği o büyük özlemi, nenemin böreklerini, adanın kızıllığını, mermer ocaklarının ekşi kokusunu, arsız kedileri, Sait dedenin çılgın kıskançlığını, belki de gerçekten pantolonlu hemcinslerimi özlediğimi anlamamıştı.
“Sahi mi?” diye sormuştu o gece. “Anlatmadın. Demek o hiç kullanmadığın kırmızı, Gabriel’in hep eleştirdiği, o renksiz renk alacası bu yüzden”. “Ne güzel.” diye devam etmişti bir süre susarak.
Şaşırmıştım. Tanrım ne kadar anlayışlıydı. O yüzden mi kalmıştım bunca sene bu nehrin uğultulu homurtusu, bu şehrin uzak sevisizliği içinde?
“Ama artık döndüm” dedim kendi kendime. Hande bir şeyler anlatırken uzun uzun düşündüm bir kez daha.
Oysa bir sabah mahmurluğunda, üç şişe şarabın tatlı esrikliğinde, kabullerim aslında kararlarıma egemen olurken, “doğru bu” demiştim.
Bir kez daha Marcel’i ve kendimi yargılamanın ne anlamı vardı? Karar değil, sonuç doğruydu ve ben Adaya gidecektim. Aynı yıllar öncesi bir gece dediğim, ancak yapamayıp her şeyi terk edip başka bir yaşama gidişim gibi.
Yazılmış mıydı böyle bir hikâye?
Adaya gidecem...
Evet, pantolonlu bir hemcinsim yazmıştı. Adieu jolie candy.
Sanırım şöyleydi, bir sayfayı geçmeyip şimdiki beni anlatan ve Hande’yi şaşırtan cümleler topluluğu...
“Kaçacam buralardan” dediydi de inanmamıştım. “Alıp başımı gidecem” dediğindeyse gülme tutmuştu. “Hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı, ne yapacaksın?” diye sorduğumdaysa muzip bir gülümsemeyle, “Nenem bana bakar” dediydi.
“Adaya gidecem” dedi. “Şubatta soğuk Marmara’nın kucağına atacam kendimi.”
İçimi bir titreme aldı, dışarıda diz boyu kar vardı. Gülümseyerek suratına baktım.
“Ne var ki?” dedi. “ Ben kışın denize girmeyi çok severim. Sömestrde Adaya gittiğimde girerdik dedemle...”
“ Yok, bi'şi” dedim.
“Bıktım buralardan” diye söyleniyordu. “Riyadan, ümitsizlikten, sevip de sevilmemekten, anlayıp da anlaşılmamaktan, parasızlıktan sıkıldım” diyordu.
“Adaya gidecem” diye yineledi. “ İyi, git de, ne yapacan?” diye sordum. “ Neyle gecinecen, para falan?”
Koca gözleri ışıl ışıldı. “ Ne iş olsa yaparım. Ada bu. Eve kaparım kendimi, nenem yemek yapar, bakar bana. Dediydi zaten gel diye.”
“Resim yaparım bol bol. Eski limanın rutubetli koca taşlarına oturur, denizi, martıları, kaba balıkçılarımı, arsız kedilerimi seyrederim.
Sait’in kayığını tıraşlarım, yırtık ağlarını onarırım. Birlikte ucuz şarap içeriz, bir sürü hurda kayığın atıldığı eski kayıkhanenin nemli loş içliğinde. O, güler bana, buğulu mavi gözleriyle.”
Tuzlu sudan, onca olta kancasından çatlamış parmakları, balık artığı dolu, sözüm ona tırnakları, tuttuğu şarap bardağının kenarına içli bir Rum türküsü tutturuverir. Başım döner. Sait’in türkü sesi, Anadolu gramofonları gibi çıtır çıtırdır.
Gece ilerler, zaman geçer, kırmızıdan beyaza çalan şarap şişeleri; kimisi yan yana dik, kimisi devrik, sıralanıverirler hemen yanımızda.
Sait hiç susmaz, koca memeli kadınlardan, eskilerden konuşur durur.
Kendisininki gelir düşer aklına. Ne zamandır düşünmüyorum dese de inandırıcı değildir. Bordayı tıraşlayışı bile, o pürüzsüz kumral saçları okşar gibidir.
Daha bir daraldı içi...
“Adaya gidecem, istersen sen de gel” dedi.
“Ben ne yapacam? Senin evin, sana bakacak nenen var” dedim.
“Olsun. O, ikimize de bakar” dedi.
Gülümsedim. Önümde yarım kalmış yazıma devam ettim.
Adaya gidecem...
Evet, “adaya gidecem”le biten küçük bir öykü. Belki böylesi kısa değildi. Ancak hatırladığım bu kadarı.
Yıllar evveli bilinmeyen gece artıklarında, kurşun kalemle yazılmış - topu topu onbeş sayfa- ufak hikâyeleri aceleyle, hatta kaçarcasına terk ettiğim şehirden taşınırken kaybetmiştim.
Sonra unutmuştum o şehri, kumral sevgiliyi ve bıraktığım her şeyi. Bunca yıl hiç düşünmediğim sevi hazinelerim, bu gece nedense aklımın bir yerlerinden firar ediyordu. Yaşlanmak bu olsa gerekti...
“Yaşlanıyorsun kızım...” dedi Hande. “ Gün geçtikçe annene veya benim anneme benziyorsun. Bekle diyorum. Bu kış kıyamette nasıl becereceksin bu kadar işi? Ama yok işte, koydun kafana bir kere. Nasıl istiyorsan öyle yap. Ancak dediğim gibi benim gelmem zor. Belki bir hafta sonu, o da Ahmet’i ayarlayabilirsem.”
“Anlıyorum” dedim tekrar.
Nazikâne bir cevap ve kabullenmeydi benimkisi. Aslında yardım falan istemiyordum. Ama o, anaç bir tavuk gibi çırpınıyordu. “Annene benzedin diyene bak” diye geçirdim içimden.
Sonra annemi düşündüm. Yılgın annemi. Her şeyi kabullenmiş aklını, silgilemeye alışmış yüreğini... Nenem gibi rosto yapamayan annemi.
Havaalanında; Paris’i, Marcel’i bırakıp Adaya ulaşmayı düşleyen beni, kaskatı beklerken bulduğum annemi hatırlıyorum.
Onun istediği gibi bir evlat olamadığımı, asiliğimi, farklılığımı, bunca yıl yabancı bir ülkede yaşarken bile, ana kız rolünü oynayamadığımız, ama gerçekte bir bütünün bilinmeyen parçaları olan biz’in, kavuşmasını hatırlıyorum.
“Döndün demek” demişti.
“ Neden?”
“Adaya gidecem” dedim.
Ekim 2002
Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder