Melis Kutlu
28 Ekim 2018 Pazar
26 Ekim 2018 Cuma
YENİDEN MERHABA!
Bu blog'u yaklaşık 8 sene evvel oluşturmuş ve sonradan kitaplaşan öykülerimi paylaşmıştım.
Ancak bu sefer içerikleri farklı bazı yazılarımı paylaşmak istiyorum.
Çoğu yakın tarihimizle ilgili ancak resmi tarih anlatılarından çok farklılar.
Yazılarım tamamen kendi görüşlerimdir ancak yayınlama aşamasına gelene kadar değişik görüşlerin kitapları temel alınarak yapılmış geniş kapsamlı araştırma ürünüdür.
Keyifli okumalar ve düşünmeler...
10 Mayıs 2010 Pazartesi
BİR LODOS GÜNCESİ
“Alice harikalar diyarın’da”yı bilirmisin sen? Ya, orada hep kontesin partisine yetişmeye çalışan frak giymiş tavşanı hatırlıyor musun? Boynunda kocaman çalar saati asılı, ha bire bir yerlere koşturan, ama hiçbir zaman o partiye yetişemeyen, kim bilir belki de yetişmek istemeyen tavşanı?
“Vaktim yok, vaktim yok. Çok geç kaldım çok geç!”
Gizemli aşk şehri, ta ezelden beri.
Benim için anlamını sadece martılara teslim eden, korunmasız bir çocuk ama bir o kadar da işveli, çılgınca sevilen ve belli edilmeyen bir lodos şehri.
“Tarih not etmek ancak mazisinden korkanlar içindir” dediğimde yine de bir tarih atmıştım ilk öyküme. Ama gerçek miydi ya da ne gerçek ne yalandı bilmiyorum şimdilerde.
Sadece seni hatırlıyorum, ıslak bir umarsızlığın içinde kaybolmuş beni bulmayı değil, sadece olduğum gibi görünen beni bulmaya çalışan seni görüyorum.
Hava lodos, dışarıda yağmur. Bir otel odası İstanbu’lda… Sanıyorum yaşamaktan korkuyordum. Hayatımı kıt bir kaynakmış gibi iradeli harcamak istemiyordum. Ürkek bir yaşamdı benimkisi. Kendini tutmak, geri çekilmek… Hep böyle yapmıştım ve bu önemliydi.
Ama o gece, gizin karmaşıklığı, tümüyle bambaşkaydı. Aynanın öbür tarafından bana açılan saklı yerdin. Pürüzsüz bir yüzeye dokunurken parmaklarım ve buna bağlı ruhum gömülerek öte tarafa geçti. Ayna gibi. Kendimi görüyordum, seni görüyordum, ikimizi, birimizi, hiçbirimizi. Bilmiyordum. Belki bilmem de gerekmiyordu.
Beni, her öptüğünde ayna buğulanıyor. Ve ben düşünmeyi bırakıyorum. Senin içinde ve yine içinde saklı olan mekânda sadece olmak istiyorum. Sorgu sual olmaksızın, istediğin zaman gelip gitmekte özgür olmanı istediğim bir ütopya yaratmak istiyorum belki de. Bilmiyorum.
Ben hiç bilmediğim şeyler yaşıyorum.
Tarih atmak istiyorum bunların hepsine. Ama kırık bir şekilde bir yerlerde kalır ve sonrasında üzülürüm diye hiç düşünmemeye çalışıyorum. Sadece susuyorum. Zira üstün bir bilge değilim ben. O kadar çok yanlış yapan ben, “bunun böyle yapılması gerekiyor” diyebilecek konumda değilim.
Sadece seni beni uzunlamasına kesip bir bütün olarak nasıl görüneceğini düşünüyorum. Belki de zaman, dikey olarak üst üste yığılıyor. Belki geçmiş ve gelecek yoktur. Sadece eş zamanlı gerçeklik kavramı vardır. Zamanı geri döndürebilseydim eğer seninle olurdum. Ve bunu yapmayı her şeyden çok istiyorum. Sanırım başaracağım. Ancak yardımın gerekiyor.
Bana neler yapıyorsun?
Yüzünle, bedeninle, yürürken, uzanırken, yemek yerken, aşkın silueti oluverdin. Sana dokunduğumda, senden daha derin şeylere dokunduğumu hissediyorum. Bu da benim derinim işte…..
Galiba şunu biliyorum ki; sevgim ne kadar uysalsa, sevgi olmaktan o kadar uzak bir şeydir. İşte bu yüzden eğer neden sakin bir sevgin yok dersen, “seni sakin sevmenin, seni hiç sevmemek” olduğunu söyleyebilirim.
Sadece bilinen İstanbul lodosu, Islak martılar ve sarhoş balığın açmazı olacak hayatımızda!
“Vaktim yok, vaktim yok. Çok geç kaldım çok geç!”
***
İstanbul…Gizemli aşk şehri, ta ezelden beri.
Benim için anlamını sadece martılara teslim eden, korunmasız bir çocuk ama bir o kadar da işveli, çılgınca sevilen ve belli edilmeyen bir lodos şehri.
“Tarih not etmek ancak mazisinden korkanlar içindir” dediğimde yine de bir tarih atmıştım ilk öyküme. Ama gerçek miydi ya da ne gerçek ne yalandı bilmiyorum şimdilerde.
Sadece seni hatırlıyorum, ıslak bir umarsızlığın içinde kaybolmuş beni bulmayı değil, sadece olduğum gibi görünen beni bulmaya çalışan seni görüyorum.
***
Ama o gece, gizin karmaşıklığı, tümüyle bambaşkaydı. Aynanın öbür tarafından bana açılan saklı yerdin. Pürüzsüz bir yüzeye dokunurken parmaklarım ve buna bağlı ruhum gömülerek öte tarafa geçti. Ayna gibi. Kendimi görüyordum, seni görüyordum, ikimizi, birimizi, hiçbirimizi. Bilmiyordum. Belki bilmem de gerekmiyordu.
Beni, her öptüğünde ayna buğulanıyor. Ve ben düşünmeyi bırakıyorum. Senin içinde ve yine içinde saklı olan mekânda sadece olmak istiyorum. Sorgu sual olmaksızın, istediğin zaman gelip gitmekte özgür olmanı istediğim bir ütopya yaratmak istiyorum belki de. Bilmiyorum.
Ben hiç bilmediğim şeyler yaşıyorum.
Tarih atmak istiyorum bunların hepsine. Ama kırık bir şekilde bir yerlerde kalır ve sonrasında üzülürüm diye hiç düşünmemeye çalışıyorum. Sadece susuyorum. Zira üstün bir bilge değilim ben. O kadar çok yanlış yapan ben, “bunun böyle yapılması gerekiyor” diyebilecek konumda değilim.
Sadece seni beni uzunlamasına kesip bir bütün olarak nasıl görüneceğini düşünüyorum. Belki de zaman, dikey olarak üst üste yığılıyor. Belki geçmiş ve gelecek yoktur. Sadece eş zamanlı gerçeklik kavramı vardır. Zamanı geri döndürebilseydim eğer seninle olurdum. Ve bunu yapmayı her şeyden çok istiyorum. Sanırım başaracağım. Ancak yardımın gerekiyor.
Bana neler yapıyorsun?
Yüzünle, bedeninle, yürürken, uzanırken, yemek yerken, aşkın silueti oluverdin. Sana dokunduğumda, senden daha derin şeylere dokunduğumu hissediyorum. Bu da benim derinim işte…..
Galiba şunu biliyorum ki; sevgim ne kadar uysalsa, sevgi olmaktan o kadar uzak bir şeydir. İşte bu yüzden eğer neden sakin bir sevgin yok dersen, “seni sakin sevmenin, seni hiç sevmemek” olduğunu söyleyebilirim.
***
9 Mayıs 2010 Pazar
KÖR EJDER
Sarı krizantemler gri ile buluşmuştu. Arkası yamaca dayalı tek katlı evin paslı parmaklıklarla çevrilmiş bahçe kapısını, her zamanki saatte ardına kadar açmış, Zeppelin marka çift rekorlu bisikleti almış, aynı gençliğindeki gibi sol yandan pedal çevirerek yüz metre gitmiş ve seleye oturmuştu.
Aslında bisiklet kullanması yasaktı. Önceleri babası sonra arkadaşları incitmeden uyarmışlardı, ama hiçte umuru değildi açıkçası. Senelerdir bindiği mereti kim yasaklayabilirdi ki? Bayağı da iyi sürüyordu üstelik. Dikiz aynası da kurallara uygun, soldaydı. Sağını hiç bilmemişti zaten.
Feriköy’den aşağılara indin mi, hele de Kireçburnu’na gidiyorsan, zaten sağ aynayı kullanmanın bir anlamı yoktu.
Trafik, çocukluğundan bu yana soldan sağa akardı. Her dar sokağın, denizle özlemi kesiştiğinde, sola dönülmez işareti vardı. Dörtyol ağzında duran, kırk senelik polis Himmet o yüzden görmezlikten gelirdi hep. Ama “bir plaka alsan artık, iyi olur” diye takılmadan da edemezdi. “Ne yapsın o da onun görevi” der, gene de almaz, alamazdı ehliyeti.
Zaten vermezlerdi ki. Sağ gözü görmeyen birine kim -bisiklet bile olsa- ehliyet verirdi?
Sarıyer ekipler amiri, tesadüf, çocukluk arkadaşı Sami’ydi. Ama hiçbir zaman “gel, ehliyetin tamam” dememişti. Onurlu adamdı Sami. Bu zamanda böylesi bulunmazdı, iltiması yoktu hani... Çocuklar da göz yumuyorlardı, “Allah razı” olsundu.
Kırmızı, çift rekorlu Zeppelin, Kireçburnu’nda, yeşil çizgili küçük fenerin hemen önünden sola döndü. Derme çatma kooperatif barakasının önünde durdu.
Babasının pantolonunu giymiş, yoksul kasaba çocuklarını andıran; lacivert balıkçı yaka kazaklı, altmış yaşlarındaki adam barakadakilere bilindik “merhabasını” attı, acelesiz adımlarla küçük barınağın beton yürümeliğine yöneldi. Akıntı nedeniyle diğer sandallardan farklı, ince uzun, boğaz mekiği, Mikdat Usta yapımı sandalların tembelce oynaştıkları, salınımsız deniz suyunda demirli tahtaların birinden atlayıp, karşıdakine sıçradı.
Adı, kendiyle özdeş “KÖR EJDER”, mavi beyaz balıkçı sandalı, sahibine yaltaklanan köpek misali hareketlenmişti.
Danyal’ın onarması için kendisine bıraktığı ağ yığını, baş omuzlukta öylece bekliyordu. “Tühh, ulan” dedi. “Unuttuk işte. Hep bu Nermin’in yüzünden. İki gün evvel; armatör Can Bey, arkadaşları ile barınağa uğramış, onların getirdikleri ve avdan artan kendi balıklarıyla, ısrarlara dayanamayıp elleriyle bir çilingir sofrası donatmış, bu arada bol soğanlı ve acılı pilakiden bir miktar yemiş, iki kadeh sonrası, henüz altı aylık ameliyatlı midesinde dayanılmaz ağrılara neden olmuştu.
Nermin akıllı kadındı. Daha kapıdan girer girmez “Sende bir hal var, ne yedin?” diye sormuş, lafın sonunu beklemeden o bildik yakınmalara başlamış, geceye kadar susmamıştı.
Ertesi gün, yani dün, eski evin içini koyu, yutucu bir sessizlik kaplamıştı. Nermin iyi kadındı. “Beni düşünüyor tabii, haklı zavallıcık” dedi.
O kötü günlerde, hastane köşelerinde, üzerinde bazen günlerce aynı elbise ile Beyaz plastik bir sandalye üzerinde, başucunda nöbet tutmuştu. “Bu kadar badireden sonra hiç olacak şey mi? Oldu be ya, oldu işte. Durmuyor ki bu meret” dedi, işaret parmağını gırtlağına vurarak.
Nermin’i düşünmekten, dün canı hiçbir şey yapmak istememiş, barınaktan Naci’nin, betona çekip, zımpara yaptığı sandalın hemen karşısında öylece oturmuş, eski günleri düşünmüştü. Ama ne Danyal ne de ağlar aklına gelmişti. Usulca, yanında kedi misali oturan yanaşma pelikanın gıdığını okşadı.
Zımparadan yorulan Naci azıcık doğrulmuş, ona bakarken en az elli metre arkasındaki banklardan birinde oturan genç kızı ancak o zaman fark etmişti. Üzerinde siyah bir pantolon, pahalı olduğu her halinden belli olan bir mont ve boynunda yeşil bir atkı vardı.
“Bu, dün de buradaydı” diye düşündü.
Kız öylece oturuyor, kendisini seyrediyor, elindeki - sonradan fark ettiği - büyücek bir deftere bir şeyler çiziyordu. Nedensiz bir huzursuzluk kaplamıştı içini. Aniden kalktı. Banka doğru yürüdü. Başıyla selam verdi. Kız, kopya çekerken yakalanmış ilkokul talebeleri gibi kızarmıştı. Defter elinde açık, öylece duruyordu.
Tüp gazın önünde düşünürken, sandalların arasında otururken, elinde bir bardakla kahkahalarla gülerken, tek gözüyle denize bakarken ve bunlar gibi bir sürü kendisi, açık sayfalardan şimdi kendisine bakıyordu.
Kız, utanarak “Merhaba” dedi. “Özür dilerim, izin almalıydım. Ama öyle ani oldu ki, kaptırmışım kendimi.”
Hiç cevap vermedi. Gözleri hâlâ bir fotoğraf kadar kendisine benzeyen adamlardaydı.
“Dönem ödevim. Ben güzel sanatlar öğrencisiyim. Değişik bir şeyler olsun istedim sanırım. Siz de, bana ve desen hocama göre oldukça farklısınız ” dedi kızararak.
Anlamış gibi kafa salladı.
Kız , “Eğer izin verirseniz, ben buradan sizi rahatsız etmeden çizerim.” dedi. Sonra, “Portrenizi de çizebilirim, yani başınızı demek istedim. Şayet rahatsız olmazsanız” diye ekledi.
Gözleri - tek gözü - kızın yeşil atkısındaydı. “ Olur ” dedi kısaca. “Hadi, yanıma gel ve devam et...”
Birlikte, aşağıya barınağa indiler. Pelikan, beyazdan griye dönmüş parlak tereklerini kabartarak yeniden yanlarına gelmişti.
“Onu bir köpek ya da kedi gibi sevmek lazım. Bu da yanımızda değişti işte. Besleriz her gün. Kaç kere götürüp, açığa bıraktık ama her seferinde geri döndü. Bakma sen, akıllı aslında. Kuş aklı falan değil yani. Ekmek elden balık bizden, gider mi hiç kerata. Seneler evveli kanadı yaralı bulduk açıkta, nah oradaki Naci tutup getirdi. Geliş o geliş. Teneşire kadar mayna…” dedi.
Kız bu arada pelikanın yanı başındaki haliyle çizivermişti kendini. Bir iki poz daha çizdikten sonra defteri kapatmış, “ Eskiden beri burada mısınız?” diye sormuştu.
“Kendimi bildim bileli” diye cevap verdi. “Ne güzeldi eskiden buraları. Sen nereden bileceksin tabii... Balıkçıların çoğu Rum’du. O zamanlar kendi aralarında Rumca konuşurlar, bizden birileri oldu mu her hecede bir s sesi çıkararak komik, aynı zamanda şiir gibi bir Türkçeye başlarlardı.
Okuldan çıktıktan sonra, soluğu küçük balıkhanede alırdım. Kalın yünlü pantolonlarının altına giydikleri, neredeyse birer kilo olan lastik çizmeleri ile hepsi erişilmez bir masal kahramanı, uzak denizlerin birer Abraham’ıydı bana göre.
Asil bir duruşu vardı hepsinin. Tertemiz evleri, o evlerde; saksılarda yetişen bir sürü fesleğenlerin ellendikçe ortalığa yaydıkları baygın kokuları arasında dantel ören, memelerine kadar açık gerdanlarının ortasında, çeşit çeşit istavrozları bulunan etli butlu karıları onları beklerlerdi.
Yamaca yakın Rum okuluna giden bir sürü çocukları vardı. Mahalleden en iyi arkadaşım Dimitri’ydi. Fasulye pilakisini ilk defa onlarda yemiştim. Hem beyaz fasulyeydi, hem içinde diş diş sarımsaklar vardı, hem de sıcaktı. Yüzümdeki şaşkın ifadeye, anası dakikalarca katıla katıla gülmüştü.
Anasının adı Beatriki’ydi.
Beatriki!
Ne güzel gülüşü vardı. Koca gözlerine gölge yapan kirpikleri hep boyalı, hep tel teldi. Bebek pembesi dudaklarını genelde konuşmaya başlamadan şöyle bir yalar, ışıl ışıl “Nasılsın küçük kuzum” derdi. Dis donc tu vas bien?
Küçük istavritler onun ellerinde yeniden can bulurdu sanki.
Bir pazar günü Vasili’nin eve gönderdiği balıkları hazırlamak için mutfağa geçmiş, balık en iyi nasıl kızartılır dersi vermişti.
“Dinle kuzucuğum, bunlar olta balığı değil, o yüzden akşama yiyebiliriz. Ama amca Vasili olta tutsaydı, yarını bekleyecektik. Çünkü olta balıkları diri olur, hemen kızartmamalı.” dedi. Sonra balıkları; Dimitri’nin avludaki kuyudan çektiği buz gibi iki kova su ile yıkadı. Bol tuzladı.
“Su soğuk, çok soğuk olmalı. Tuzu da çok olmalı, olursa deniz suyuyla yıkarsan daha iyi. İçlerini de iyi yıkamalısın. Siyah artıklar olmayacak, yoksa balıklar acır ” dedi.
Pür dikkat dinliyorduk.
Akşam postasının iç sayfasını tezgâha serdi, unladı. Sularını silkelediği balıkları unlayıp, başka bir gazetenin üzerine verevine sıraladı. Kuzinanın üzerinde iyice kararmış balık tavası, siyah, kızgın bir erkek kedi gibi gurulduyordu. Yirmi, yirmi beş adet balığı tavaya attı. “Bak kuzucuğum, yağ çok olacak. Yani nasıl? Balığın sırtı yere gelmeyecek, ateşle oyun oynayacak sağa sola. Anladın?” dedi.
Uzun maşası öyle uzundu ki, yarım metre geriden bile balıkları elleyebiliyordu. Sıçrayan, yaltaklanan ve acıtan yağ damlalarından korunuyordu böylece. Elinde maşası, Orlando’nun kadınıydı sanki.
Renk yitiren, yiten bir akşam alacası gibi kararan balıkları bir bir topladı. En son kalan balığı inatla almıyordu. “Yanıyor” diye bir çığlık koptu hançeremden. “Yanmaz!” dedi.
Sakindi. Bir iki yeni balığı tavaya attıktan sonra, pembe-kara olan sonuncuyu alıverdi. Diğerlerini atmaya devam etti. Unlu ellerini kanaviçe işlemeli, beyaz peştamalına sildi.
“Korktun?” diye sordu. “Korkma kuzucuğum. Unutma! Yağ on saniyede yanar. Eğer tavadaki tüm balıkları birden alırsan; altın sarısı, çiğdem turuncusu, canım yağı yakıverirsiz. Sonra balık yağ olur, tatsız olur.” dedi.
Hayatımda yediğim en lezzetli balıktı onlar. Beatriki’nin elinden...
Gözleri ileri bakıyordu. Onca olta kancasından çatlamış parmakları, sanki yaş gelmiş gibi sıvazladı yüzünü. Naci, suyla ıslanmış on numara zımparayı bir kenara bırakmış koca gerdanlı pelikanı seviyordu.
Yeşil atkılı kız ilgiyle dinliyordu.
“Ahh... Beatriki” dedi, bir iç geçirdi yeniden. “Onun küçük kuzusuydum. Doğuştan kör olan gözüme efkârlıca bakardı.
Dimitri’nin anlattığına göre, kızken bir martısı varmış. O da görmezmiş ben gibi. Bu yüzden karadan fazla uzaklaşmaz, kırmızı fenerin hemen ilerilerinde bir dalar, çoğu boş çıkarmış. Beatriki’nin babası bulmuş, dik bir kayanın bitiminde. Sağ taraftan yanaştığından ürkmemiş ilkten. Sonra elinden balık artığı yemeye alışmış. Babasını takip edip çamlığın arkalarına kadar sokulup eve misafir olmuş.
Beatriki, her balık dönüşünde ev artıkları ile beslemiş onu. Öyle semirmiş ki adını Puplika koymuş.
Dimitri’nin babası Vasili ise tüm balıkçıların en irisi, en yakışıklısıydı. Kara gözleri, yay gibi kaşları, duru beyaz teni, bir kızılcık tanesini ortadan ayırıp da sürmüşçesine kırmızı dudakları vardı. Hayrandım ona. Yıllar sonra arkadaşım Süleyman’la cenazesinde yan yanaydık. Boğulduğunda, her şeyden çok sevdiği denizle öylesine kucaklaşmıştı ki, normal Rum tabutlarına sığmamış, cenazeci Georg bir boy büyük tabut yapmak zorunda kalmıştı. Şanına yaraşır şekilde gömüldü rahmetli.” dedi.
Yeşil atkılı kız, “Vasili, vurgun falan mı yedi?” diye sordu.
Öylesi içten bir gülme krizine tutulmuştu ki, horozibiğini andırır koca kulak memeleri coşkusuna eşlik edercesine sallanıyordu.
“Ahh, zamane gençleri, tüm balıkçıların vurgundan öldüğünü zannederler. Süngerin Marmara’da avlanmadığını nereden bilsinler. Ancak Türk filmlerinden gördükleri yakışıklı esas oğlan, bir gece ava gider ve gelmez, esas kız da onu bekler sahilde günlerce... İşte, tüm balıkçıların hikâyesi budur onlara göre...” diye düşündü.
Neden sonra; “Hayır, Vasili keyifli bir av sonrası zom olup tekneden düşüp boğuldu. Herkes o kadar sarhoştu ki yokluğunu ancak sabah ayıldıklarında Süleyman fark etmişti.” dedi.
Kız, “Süleyman kim? Arkadaşınız mı?” diye sordu.
“Evet, adalıdır o. Delikanlıyken geldi bizim buraya. Amcası İnhisarlar İdaresinde, şimdiki adıyla Tekel’de başmabeyinciydi.
Faik Bey; yani amcası ailenin diğer fertleri gibi adada kalmamış, İstanbul’a gelmiş ve burada evlenmişti. Onların yanında kaldı uzunca süre. Sonra Faik Bey, Denizcilik Bankası’ndan arkadaşı ruh doktoru -rahmet olsun- Ertuğrul Beye rica edip Şehir Hatlarına çımacı aldırdı.
Aslında gâvur ellerine gidecek imkânı vardı ama istemedi. Marmara tatlı geldi sanırım, ya da korkuyordu. Ancak orasını bilmiyorum. Hiç konuşmadık bu konuyu.
Uzak denizleri iyi bilirdi. Bir sürü kitap okuyordu. Ertuğrul Beyden alıyormuş kitapları. Siyah ciltliydi hepsi. Renk renk haritalar vardı içlerinde. Tertemizlerdi. Birkaç sene sonra çarkçıbaşı yanına aldı. Ardından ikinci kaptanlık verdiler. O yüzden vefa borcu bilirdi ona ve ailesine. Sonra bir gün ansızın “ Ben adaya dönecem” dedi.
Şaşırdık.
Ve bir bahar akşamında gitti.
“Duyduk ki evlenmiş bir kızla. Üç dört sene sonra adaya gittim. Hep anlattığı kuzey denizlerinin lacivertliğinde bakan, adalı bir kızla evlenmişti. Koca gözleri ışıl ışıldı.
İşte o zaman anladım ki, Süleyman aslında bizden farklıydı. Deniz rengi gözlü karısı yemek yapmıştı o gece. Deniz adamıydım ve böylesi güzel bir eti orada, hayatımda ilk defa rosto denilen şeyi orada yedim.” dedi.
Duygulanmıştı. Kaba ellerini koyacak bir yer bulamadı ilkten. Balıkçı yüzünün karaya vurmuş bir özlemiydi belki tüm sözleri. Süleyman’da doyurduğu aşkıydı sanki Safiye’nin deniz gözleri ya da Beatriki’nin puplikası.
Kadınlardan yana şanssızdı. Birine ömrünce sahip olamamış diğerini ise hayal bile edememişti. “Süleyman şanslı herifti ” dedi. Sustu.
Yeşil atkılı kız bir ona, bir elindeki kaleme bakıyordu. Uzun bir sessizlik oldu.
Nermin’i düşündü. Vefakâr Nermin’ini. Dikleşti. Dalgın pelikanın gıdığını okşadı. Sonra “ İyi ki buradayım. İyi ki Nermin var, iyi ki şu biçare buraya sığındı. Yoksa senin gibi biri beni nereden bulurdu?” dedi. Gülümsedi.
Kız, kalemlerini teneke kutusuna yerleştiriyordu.
“Bitince bir tane de bana gönder, ” dedi.
Midesi acıyordu. Nermin bir çaresine bakar diye düşünerek evin yolunu tuttu. Zeppelin marka bisiklet barınağın kenarına dayalı duruyordu.
Aslında bisiklet kullanması yasaktı. Önceleri babası sonra arkadaşları incitmeden uyarmışlardı, ama hiçte umuru değildi açıkçası. Senelerdir bindiği mereti kim yasaklayabilirdi ki? Bayağı da iyi sürüyordu üstelik. Dikiz aynası da kurallara uygun, soldaydı. Sağını hiç bilmemişti zaten.
Feriköy’den aşağılara indin mi, hele de Kireçburnu’na gidiyorsan, zaten sağ aynayı kullanmanın bir anlamı yoktu.
Trafik, çocukluğundan bu yana soldan sağa akardı. Her dar sokağın, denizle özlemi kesiştiğinde, sola dönülmez işareti vardı. Dörtyol ağzında duran, kırk senelik polis Himmet o yüzden görmezlikten gelirdi hep. Ama “bir plaka alsan artık, iyi olur” diye takılmadan da edemezdi. “Ne yapsın o da onun görevi” der, gene de almaz, alamazdı ehliyeti.
Zaten vermezlerdi ki. Sağ gözü görmeyen birine kim -bisiklet bile olsa- ehliyet verirdi?
Sarıyer ekipler amiri, tesadüf, çocukluk arkadaşı Sami’ydi. Ama hiçbir zaman “gel, ehliyetin tamam” dememişti. Onurlu adamdı Sami. Bu zamanda böylesi bulunmazdı, iltiması yoktu hani... Çocuklar da göz yumuyorlardı, “Allah razı” olsundu.
Kırmızı, çift rekorlu Zeppelin, Kireçburnu’nda, yeşil çizgili küçük fenerin hemen önünden sola döndü. Derme çatma kooperatif barakasının önünde durdu.
Babasının pantolonunu giymiş, yoksul kasaba çocuklarını andıran; lacivert balıkçı yaka kazaklı, altmış yaşlarındaki adam barakadakilere bilindik “merhabasını” attı, acelesiz adımlarla küçük barınağın beton yürümeliğine yöneldi. Akıntı nedeniyle diğer sandallardan farklı, ince uzun, boğaz mekiği, Mikdat Usta yapımı sandalların tembelce oynaştıkları, salınımsız deniz suyunda demirli tahtaların birinden atlayıp, karşıdakine sıçradı.
Adı, kendiyle özdeş “KÖR EJDER”, mavi beyaz balıkçı sandalı, sahibine yaltaklanan köpek misali hareketlenmişti.
Danyal’ın onarması için kendisine bıraktığı ağ yığını, baş omuzlukta öylece bekliyordu. “Tühh, ulan” dedi. “Unuttuk işte. Hep bu Nermin’in yüzünden. İki gün evvel; armatör Can Bey, arkadaşları ile barınağa uğramış, onların getirdikleri ve avdan artan kendi balıklarıyla, ısrarlara dayanamayıp elleriyle bir çilingir sofrası donatmış, bu arada bol soğanlı ve acılı pilakiden bir miktar yemiş, iki kadeh sonrası, henüz altı aylık ameliyatlı midesinde dayanılmaz ağrılara neden olmuştu.
Nermin akıllı kadındı. Daha kapıdan girer girmez “Sende bir hal var, ne yedin?” diye sormuş, lafın sonunu beklemeden o bildik yakınmalara başlamış, geceye kadar susmamıştı.
Ertesi gün, yani dün, eski evin içini koyu, yutucu bir sessizlik kaplamıştı. Nermin iyi kadındı. “Beni düşünüyor tabii, haklı zavallıcık” dedi.
O kötü günlerde, hastane köşelerinde, üzerinde bazen günlerce aynı elbise ile Beyaz plastik bir sandalye üzerinde, başucunda nöbet tutmuştu. “Bu kadar badireden sonra hiç olacak şey mi? Oldu be ya, oldu işte. Durmuyor ki bu meret” dedi, işaret parmağını gırtlağına vurarak.
Nermin’i düşünmekten, dün canı hiçbir şey yapmak istememiş, barınaktan Naci’nin, betona çekip, zımpara yaptığı sandalın hemen karşısında öylece oturmuş, eski günleri düşünmüştü. Ama ne Danyal ne de ağlar aklına gelmişti. Usulca, yanında kedi misali oturan yanaşma pelikanın gıdığını okşadı.
Zımparadan yorulan Naci azıcık doğrulmuş, ona bakarken en az elli metre arkasındaki banklardan birinde oturan genç kızı ancak o zaman fark etmişti. Üzerinde siyah bir pantolon, pahalı olduğu her halinden belli olan bir mont ve boynunda yeşil bir atkı vardı.
“Bu, dün de buradaydı” diye düşündü.
Kız öylece oturuyor, kendisini seyrediyor, elindeki - sonradan fark ettiği - büyücek bir deftere bir şeyler çiziyordu. Nedensiz bir huzursuzluk kaplamıştı içini. Aniden kalktı. Banka doğru yürüdü. Başıyla selam verdi. Kız, kopya çekerken yakalanmış ilkokul talebeleri gibi kızarmıştı. Defter elinde açık, öylece duruyordu.
Tüp gazın önünde düşünürken, sandalların arasında otururken, elinde bir bardakla kahkahalarla gülerken, tek gözüyle denize bakarken ve bunlar gibi bir sürü kendisi, açık sayfalardan şimdi kendisine bakıyordu.
Kız, utanarak “Merhaba” dedi. “Özür dilerim, izin almalıydım. Ama öyle ani oldu ki, kaptırmışım kendimi.”
Hiç cevap vermedi. Gözleri hâlâ bir fotoğraf kadar kendisine benzeyen adamlardaydı.
“Dönem ödevim. Ben güzel sanatlar öğrencisiyim. Değişik bir şeyler olsun istedim sanırım. Siz de, bana ve desen hocama göre oldukça farklısınız ” dedi kızararak.
Anlamış gibi kafa salladı.
Kız , “Eğer izin verirseniz, ben buradan sizi rahatsız etmeden çizerim.” dedi. Sonra, “Portrenizi de çizebilirim, yani başınızı demek istedim. Şayet rahatsız olmazsanız” diye ekledi.
Gözleri - tek gözü - kızın yeşil atkısındaydı. “ Olur ” dedi kısaca. “Hadi, yanıma gel ve devam et...”
Birlikte, aşağıya barınağa indiler. Pelikan, beyazdan griye dönmüş parlak tereklerini kabartarak yeniden yanlarına gelmişti.
“Onu bir köpek ya da kedi gibi sevmek lazım. Bu da yanımızda değişti işte. Besleriz her gün. Kaç kere götürüp, açığa bıraktık ama her seferinde geri döndü. Bakma sen, akıllı aslında. Kuş aklı falan değil yani. Ekmek elden balık bizden, gider mi hiç kerata. Seneler evveli kanadı yaralı bulduk açıkta, nah oradaki Naci tutup getirdi. Geliş o geliş. Teneşire kadar mayna…” dedi.
Kız bu arada pelikanın yanı başındaki haliyle çizivermişti kendini. Bir iki poz daha çizdikten sonra defteri kapatmış, “ Eskiden beri burada mısınız?” diye sormuştu.
“Kendimi bildim bileli” diye cevap verdi. “Ne güzeldi eskiden buraları. Sen nereden bileceksin tabii... Balıkçıların çoğu Rum’du. O zamanlar kendi aralarında Rumca konuşurlar, bizden birileri oldu mu her hecede bir s sesi çıkararak komik, aynı zamanda şiir gibi bir Türkçeye başlarlardı.
Okuldan çıktıktan sonra, soluğu küçük balıkhanede alırdım. Kalın yünlü pantolonlarının altına giydikleri, neredeyse birer kilo olan lastik çizmeleri ile hepsi erişilmez bir masal kahramanı, uzak denizlerin birer Abraham’ıydı bana göre.
Asil bir duruşu vardı hepsinin. Tertemiz evleri, o evlerde; saksılarda yetişen bir sürü fesleğenlerin ellendikçe ortalığa yaydıkları baygın kokuları arasında dantel ören, memelerine kadar açık gerdanlarının ortasında, çeşit çeşit istavrozları bulunan etli butlu karıları onları beklerlerdi.
Yamaca yakın Rum okuluna giden bir sürü çocukları vardı. Mahalleden en iyi arkadaşım Dimitri’ydi. Fasulye pilakisini ilk defa onlarda yemiştim. Hem beyaz fasulyeydi, hem içinde diş diş sarımsaklar vardı, hem de sıcaktı. Yüzümdeki şaşkın ifadeye, anası dakikalarca katıla katıla gülmüştü.
Anasının adı Beatriki’ydi.
Beatriki!
Ne güzel gülüşü vardı. Koca gözlerine gölge yapan kirpikleri hep boyalı, hep tel teldi. Bebek pembesi dudaklarını genelde konuşmaya başlamadan şöyle bir yalar, ışıl ışıl “Nasılsın küçük kuzum” derdi. Dis donc tu vas bien?
Küçük istavritler onun ellerinde yeniden can bulurdu sanki.
Bir pazar günü Vasili’nin eve gönderdiği balıkları hazırlamak için mutfağa geçmiş, balık en iyi nasıl kızartılır dersi vermişti.
“Dinle kuzucuğum, bunlar olta balığı değil, o yüzden akşama yiyebiliriz. Ama amca Vasili olta tutsaydı, yarını bekleyecektik. Çünkü olta balıkları diri olur, hemen kızartmamalı.” dedi. Sonra balıkları; Dimitri’nin avludaki kuyudan çektiği buz gibi iki kova su ile yıkadı. Bol tuzladı.
“Su soğuk, çok soğuk olmalı. Tuzu da çok olmalı, olursa deniz suyuyla yıkarsan daha iyi. İçlerini de iyi yıkamalısın. Siyah artıklar olmayacak, yoksa balıklar acır ” dedi.
Pür dikkat dinliyorduk.
Akşam postasının iç sayfasını tezgâha serdi, unladı. Sularını silkelediği balıkları unlayıp, başka bir gazetenin üzerine verevine sıraladı. Kuzinanın üzerinde iyice kararmış balık tavası, siyah, kızgın bir erkek kedi gibi gurulduyordu. Yirmi, yirmi beş adet balığı tavaya attı. “Bak kuzucuğum, yağ çok olacak. Yani nasıl? Balığın sırtı yere gelmeyecek, ateşle oyun oynayacak sağa sola. Anladın?” dedi.
Uzun maşası öyle uzundu ki, yarım metre geriden bile balıkları elleyebiliyordu. Sıçrayan, yaltaklanan ve acıtan yağ damlalarından korunuyordu böylece. Elinde maşası, Orlando’nun kadınıydı sanki.
Renk yitiren, yiten bir akşam alacası gibi kararan balıkları bir bir topladı. En son kalan balığı inatla almıyordu. “Yanıyor” diye bir çığlık koptu hançeremden. “Yanmaz!” dedi.
Sakindi. Bir iki yeni balığı tavaya attıktan sonra, pembe-kara olan sonuncuyu alıverdi. Diğerlerini atmaya devam etti. Unlu ellerini kanaviçe işlemeli, beyaz peştamalına sildi.
“Korktun?” diye sordu. “Korkma kuzucuğum. Unutma! Yağ on saniyede yanar. Eğer tavadaki tüm balıkları birden alırsan; altın sarısı, çiğdem turuncusu, canım yağı yakıverirsiz. Sonra balık yağ olur, tatsız olur.” dedi.
Hayatımda yediğim en lezzetli balıktı onlar. Beatriki’nin elinden...
Gözleri ileri bakıyordu. Onca olta kancasından çatlamış parmakları, sanki yaş gelmiş gibi sıvazladı yüzünü. Naci, suyla ıslanmış on numara zımparayı bir kenara bırakmış koca gerdanlı pelikanı seviyordu.
Yeşil atkılı kız ilgiyle dinliyordu.
“Ahh... Beatriki” dedi, bir iç geçirdi yeniden. “Onun küçük kuzusuydum. Doğuştan kör olan gözüme efkârlıca bakardı.
Dimitri’nin anlattığına göre, kızken bir martısı varmış. O da görmezmiş ben gibi. Bu yüzden karadan fazla uzaklaşmaz, kırmızı fenerin hemen ilerilerinde bir dalar, çoğu boş çıkarmış. Beatriki’nin babası bulmuş, dik bir kayanın bitiminde. Sağ taraftan yanaştığından ürkmemiş ilkten. Sonra elinden balık artığı yemeye alışmış. Babasını takip edip çamlığın arkalarına kadar sokulup eve misafir olmuş.
Beatriki, her balık dönüşünde ev artıkları ile beslemiş onu. Öyle semirmiş ki adını Puplika koymuş.
Dimitri’nin babası Vasili ise tüm balıkçıların en irisi, en yakışıklısıydı. Kara gözleri, yay gibi kaşları, duru beyaz teni, bir kızılcık tanesini ortadan ayırıp da sürmüşçesine kırmızı dudakları vardı. Hayrandım ona. Yıllar sonra arkadaşım Süleyman’la cenazesinde yan yanaydık. Boğulduğunda, her şeyden çok sevdiği denizle öylesine kucaklaşmıştı ki, normal Rum tabutlarına sığmamış, cenazeci Georg bir boy büyük tabut yapmak zorunda kalmıştı. Şanına yaraşır şekilde gömüldü rahmetli.” dedi.
Yeşil atkılı kız, “Vasili, vurgun falan mı yedi?” diye sordu.
Öylesi içten bir gülme krizine tutulmuştu ki, horozibiğini andırır koca kulak memeleri coşkusuna eşlik edercesine sallanıyordu.
“Ahh, zamane gençleri, tüm balıkçıların vurgundan öldüğünü zannederler. Süngerin Marmara’da avlanmadığını nereden bilsinler. Ancak Türk filmlerinden gördükleri yakışıklı esas oğlan, bir gece ava gider ve gelmez, esas kız da onu bekler sahilde günlerce... İşte, tüm balıkçıların hikâyesi budur onlara göre...” diye düşündü.
Neden sonra; “Hayır, Vasili keyifli bir av sonrası zom olup tekneden düşüp boğuldu. Herkes o kadar sarhoştu ki yokluğunu ancak sabah ayıldıklarında Süleyman fark etmişti.” dedi.
Kız, “Süleyman kim? Arkadaşınız mı?” diye sordu.
“Evet, adalıdır o. Delikanlıyken geldi bizim buraya. Amcası İnhisarlar İdaresinde, şimdiki adıyla Tekel’de başmabeyinciydi.
Faik Bey; yani amcası ailenin diğer fertleri gibi adada kalmamış, İstanbul’a gelmiş ve burada evlenmişti. Onların yanında kaldı uzunca süre. Sonra Faik Bey, Denizcilik Bankası’ndan arkadaşı ruh doktoru -rahmet olsun- Ertuğrul Beye rica edip Şehir Hatlarına çımacı aldırdı.
Aslında gâvur ellerine gidecek imkânı vardı ama istemedi. Marmara tatlı geldi sanırım, ya da korkuyordu. Ancak orasını bilmiyorum. Hiç konuşmadık bu konuyu.
Uzak denizleri iyi bilirdi. Bir sürü kitap okuyordu. Ertuğrul Beyden alıyormuş kitapları. Siyah ciltliydi hepsi. Renk renk haritalar vardı içlerinde. Tertemizlerdi. Birkaç sene sonra çarkçıbaşı yanına aldı. Ardından ikinci kaptanlık verdiler. O yüzden vefa borcu bilirdi ona ve ailesine. Sonra bir gün ansızın “ Ben adaya dönecem” dedi.
Şaşırdık.
Ve bir bahar akşamında gitti.
“Duyduk ki evlenmiş bir kızla. Üç dört sene sonra adaya gittim. Hep anlattığı kuzey denizlerinin lacivertliğinde bakan, adalı bir kızla evlenmişti. Koca gözleri ışıl ışıldı.
İşte o zaman anladım ki, Süleyman aslında bizden farklıydı. Deniz rengi gözlü karısı yemek yapmıştı o gece. Deniz adamıydım ve böylesi güzel bir eti orada, hayatımda ilk defa rosto denilen şeyi orada yedim.” dedi.
Duygulanmıştı. Kaba ellerini koyacak bir yer bulamadı ilkten. Balıkçı yüzünün karaya vurmuş bir özlemiydi belki tüm sözleri. Süleyman’da doyurduğu aşkıydı sanki Safiye’nin deniz gözleri ya da Beatriki’nin puplikası.
Kadınlardan yana şanssızdı. Birine ömrünce sahip olamamış diğerini ise hayal bile edememişti. “Süleyman şanslı herifti ” dedi. Sustu.
Yeşil atkılı kız bir ona, bir elindeki kaleme bakıyordu. Uzun bir sessizlik oldu.
Nermin’i düşündü. Vefakâr Nermin’ini. Dikleşti. Dalgın pelikanın gıdığını okşadı. Sonra “ İyi ki buradayım. İyi ki Nermin var, iyi ki şu biçare buraya sığındı. Yoksa senin gibi biri beni nereden bulurdu?” dedi. Gülümsedi.
Kız, kalemlerini teneke kutusuna yerleştiriyordu.
“Bitince bir tane de bana gönder, ” dedi.
Midesi acıyordu. Nermin bir çaresine bakar diye düşünerek evin yolunu tuttu. Zeppelin marka bisiklet barınağın kenarına dayalı duruyordu.
Haziran 2002
Ankara
BAHAR PANDOMİMİ
Dışarıda hava çok güzel. Kuşlar cıvıl cıvıl. Karşı apartmanın damındaki kedi, kamburunu çıkartarak gerindi. Bir ileriye bir geriye uzayarak esnerken, küçük pembe dili henüz kızıllaşmaya başlayan gökyüzünde ufak bir fırça darbesi gibi kaldı.
Az önce yanlışlıkla devirdiğim yarım kiloluk siyah akrilik boya, aynı aklım gibi tulumumu da gölgelendirmişti.
Siyahı severim. Neyle karıştırırsan onu değiştirmekten öte, ruhunu alır, sonra hiç yokmuşçasına yeni tonların hâkimi olur.
Acı kahve koyu kahveye, kan kırmızısı, yalnız ve şehvetten acımış koyu kırmızıya, baharın gerçek yeşili ise yüzyılların doğurganlığı sonrası artık ölümü bekleyen ağaçların kasvetli bekleyişine dönüverir.
Siyahı severim. Bembeyaz bir düzlemde, hayatın gerçekliğini anlatmak için soylu bir duruşu vardır. Tek başına bile, tüm duyguların renkli karnavalında; geçidin en önünde, sanki bütün samba okulların birincisi kendisiymişçesine mağrur yürür. Ağır ağır, dar kalçaların çalkalanmasını sağlayan, tek bedenmiş gibi sağa sola kıvrılan vücutları bilinen tınıdan kurtarıp yeniden doğuşu sağlayan odur. Hayatın başlangıcı gibidir. Ne önü ne arkası bilinir. Tüm renkleri o kapatır ve içine alıp yeniden doğar. Hiç kimsesiz bir yaşamı vardır. Dostu yoktur. Sevgilisi, bir erkeği, bir kadını hiç olmamıştır.
Henüz yıkadığım ellerime baktım. Eski pembeliğine kavuşamamışlardı. Ruhum gibi yarı, aydınlık yarı griydi onlar da.
Bilgisayarımdan mektuplarımı okumuş, cevap verileceklere görevimi yerine getirmiş, bu umarsız şehrin yalnız gecesinde, bir elimde dondurma kutusu diğer elimde Verlaine’nin Mektupları kitabı küçük balkonumda oturuyorum.
Bir siyahı severim bir de karadut dondurmasını...
Hiçbir şey aramayan gözlerim yine de fıldır fıldır.
Nereye bakıyorum?..
Karşı apartmanın bütün pencerelerinin perdeleri açık. Bunlarda mahremiyet duygusu yok. Üst kattaki kız donla dolaşıyor. Az sonra sevgilisi gelir. Tam vakti. Kıyafetinden anladığım kadarıyla iki cadde ilerdeki alışveriş merkezinde koruma görevlisi. Önceleri ateşli bir sevişme vardı hayatımızda. Sonraları her şey gibi o da bilinirliğin pençesinde yok olup gitti. Adam yine eskisi gibi, her gece geliyor. Ancak kapı arkasında bir olmak yerine, kızın yaptığı hazır yemekleri bölüşüyorlar tabaklarında. Ehh, olursa bir şeyler, oluyor işte öylesine perdeleri kapalı yan odada.
İçin için güldüm. Sonra birden donup kaldı gamzelerimin hareketi. Terk eden sevgili, karadut dondurmasında şekillenivermişti. Sadece onu sevmiştim. Sonrakiler ise; iki tabağa bölüşülen orta boy pizza gibiydi.
Verlaine, Rimbaud’a bir şeyler anlatmaya çalışıyordu!
Dondurmadan bir kaşık daha aldım. Gözlerim yan binaya kaydı. Kadın havayollarında hostesti. Çocuklar okuldan gelir, ayaküstü bir sandviç yerlerdi. Uçuşları nedeniyle her zaman evde olmuyordu. O evde olmadığı zamanlarda kocası geç kalmaz, saat sekiz dedi mi anahtarıyla eve girerdi. Oğlanlar, o geldiğinde salonda play station oynuyor olurlardı. Sonra adam, değişik soslarla kalın makarnalar yapardı. Sanırım İtalyan asıllıydı.
Verlaine saldırıyor...
Dondurma eriyor...
Avluya bakan balkonun demirlerine doğru gerindim. Atölye çok yorucu geçiyordu.
Aniden gözlerim daha evvel hiç görmediğim bir pencereye kaydı. Normal oturduğumda kesinlikle göremeyeceğim bir açıda, perdeleri açık bir salondu baktığım. Farklı ne vardı ki? Ancak içimden bir ses, bakmaya devam etmemi söylüyordu. Bir şeyler umduğum kesin. Ama bilmiyorum, salona açılan çift kanatlı camlı kapıdan içeri kimin girmesini istediğimi. Genç birisi giriverse hayallerim yıkılır mı? Hoş, tamamı beyaz olan saçlarını ensesinde topuz yapmış yaşlı bir kadın süzülse, beklentilerime daha mı uygun olur, onu da bilmiyorum. Bildiğim ve istediğim tek şey var; o da birilerinin o salondan içeri girmesi. Genç yaşlı ne fark eder ki?
Dakikalar geçiyor büyük opal avizenin altında.
Salonu iyice özümsemeye çalışıyorum. Işığın sararttığı kirli duvarların, aslında en az elli senelik hercaîmenekşe desenli mavi duvar kâğıtları olduğunu ayrımsıyorum. Duvarların eskiliğine rağmen, olmaması gereken bir şey beni rahatsız ediyor.
Evet, eşyalar yeni. Daha doğrusu yenileştirilmiş. Maun masa pırıl pırıl görünüyor, ama ayaklarının kıvrımlarından anlaşılıyor aslında o yılların ince zevkinin ürünü olduğu. Köşede kocaman bir ayna, evin eskiliğini, yabana göstermek istemezcesine parlıyor. Evet! Belki bu yüzden tüm eşyalar yeni görünüyor.
Her şeyi emen, gerçekler geçidi, ayna sayesinde yalancı duruma düşüyor.
Mezarlar, insanların en son evleri ve en son duvarlarıdır.
Onlar; bedenlere evlerden daha sadıktırlar.
Onlardan kalan, akıtılan gözyaşları ve ölülerin sonsuza dek kalacak fani olmayan miraslarıdır.
Ölüm uykusundan sonra artık vücudun güzelliği geri alınamaz.
Burası bir sükûn şehridir.
Çıplak olarak taşınıp içine gömülünen sağlam ebedi istirahatgâh.
Ebedi evdir.
Bu nasıl bir mezardır?
Hayatta kazanılan zaferlerin nefrete layık abidesidir.
Taş ve toprak olanın işaretleri.
Ölülerin mezar taşları, suskun harflerinizle öleni dile getiriniz.
Vücudunuzu yitirip telef ettikten sonra hangi insan buraya ismini verdi?
Ölü insan Krispos.
Fariz ülkesinin (Mısır) ve başak taşıyan Nil Nehrinin ve Nymphaea’nın ölümsüzleştiği yerlerin vatandaşı buradadır.
O ki, dönüp duran bir trajedinin ilk zafer çelengini kazanmıştır.
Onun parlak cazibesi, yirmi dokuzuncu yaşında beklenmedik bir anda ve şekilde sönmüştür.
“Yüce Krispos” dedi.
Aklı karışmaya başlıyordu. “Kahrolasıca krizler.”
Bu gece olmamalı, bu gece olmaz... İlaçlar, ilaçlarım nerede?
Temizlikçi kadın...
Her şeyimi karıştırıyor. Evet karıştırıyor. Biliyorum. Hemen anladım. Geçen hafta, küçük konsolun çekmecesinde duran sustalıyı almış aptal şey. Tabii dokunmuş düğmesine. O da atıvermiş ileriye kendini. Hanidir kimse açmıyordu. Sonra korkmuş, kapatamamış da. Orada, öylece bırakıvermiş. Sanki ben görmeyeceğim. Buldum tabii canım. Öylece, prangalarından fırlamış, cabbar levendler gibiydi.
“Ahh!” dedim içimden. “Tevfik bir görseydi bunu. Bir dakika durmaz hemen kovardı.”
En iyi hizmetçi Fransız’dan olur derdi büyükannem. Nerede bizim köşkün Vivet’i nerede bu aptal. İki katı para alıyor ama, sanırım kendi ülkelerinde olduklarından paranın değerini bilmiyorlar. Meşakkat çekmediler tabii neneleri gibi.
Öff! Nerede bu ilaçlar?
O kadar söylüyorum. İlaçlar komodinin üzerinde duracak diye. Ama anlamıyor bête!.. Sonra ne oluyor? Ben onları, yine banyodaki sabun dolabının içinde buluyorum. Oradalar işte.
O gece bu gece.
Yüce Krispos...
Metin, Altan ve diğerleri...
Tamam, pudra kutusu da burada!
Hayatında, acaba şöyle sedef kakmalı bir tuvalet masası mı gördü? Üç beş boya sürerler suratlarına banyoda. Sonra kadın oldum derler.
Boyanmak bir sanattır. Işık nereden gelir? Elmacık kemiklerin etkisi yanağa nasıl yansır? Allık ne renk olmalıdır? Kaş nasıl alınır?
Yok canım... Bir şey bildikleri yok.
Bari benimkileri ellemese. Pat pudra en çok kullandığım şey. Her sabah, her akşam. Sadece dışarı çıkarken kullanmıyorum.
Her daim elimin altında olmalı.
Her an hazır bekliyorum.
Kulisten, Leyla işaret ediyor. Salon alkıştan inliyor. “Çok muvaffak olduk arkadaşlar” diyor Metin. Sahnenin kalın perdesi koyu yeşil. Tavandan yere doğru uzanırken, bozkırda her nasılsa ayakta kalmayı başarmış bir ağacın yorgun yeşiline dönüşmüş. Olsun biz ona bakmıyoruz. Çünkü yeryüzünün karanlığı henüz inmemiş toprağa. Bedenler karanın özgürlüğüyle buluşmamış. Tanrı yarattığından nefret etmiyormuş.
“Sevginden kendini, o da yetmezmiş gibi Tevfik’i de kararttın” diyor Adviye. Adviye değil yavrum. Esası Adeviye’dir. Okul arkadaşım Adeviye... Kardeşi havacı olan Adeviye. Ne çok istemişti Cevat’la evlenmemi. Ama ben istemiyordum ki. Hariciyeci Tevfik’ti tek derdim. Pahalı brokarlar içinde dans edecektik balolarda. Çocukları Fransız mürebbiyeler büyütecek, bizse sonsuza kadar vals yapacaktık. Belki tango ya da fokstrot. Ne bileyim?
Kafam karışıyor. İlaçları da aldım. Neden hâlâ bu aklımı yiyen görüntüler?
Ahşap konağın tırabzanında duran, sarı elbiseli küçük kızdan gözümü alamıyor, annemden kurtaramıyorum kendimi. Ya da Vivet’in, kardeşimin kıçını okşamasını, servis kapısında elini, siyah elbisesinin eteklerinden yukarıya daldırıp dudaklarını anlayamadığım bir şevkle yalamasını...
Pat pudrası azalıyor. Yarın çıkıp ihtiyar Charles’dan bir kutu almalı. Buranın ışığı az. Salona geçip orada sürmeli. Annem pudrayı pek güzel sürerdi. Kulak memeleri ve boyun unutulmamalı. Yoksa sakil durur.
Annemi dinlemeli.
Hep dinledim bunca sene. O kulağımın perisiydi. Küçük kulak mememin kıvrımında, masalsı konağında oturur; aynı büyük tiyatro salonlarındaki suflörler gibi ne yapmam gerektiğini fısıldardı. Belki de beynimim tüm kıvrımlarını ele geçirmişti.
Bilmiyorum. İlaçlar anlatmıyor işin aslını.
Tanrının bir cezası derdi Tevfik. Benim başıma, başımıza gelen her şey onun yüzündenmiş.
Demek, ellerimi açıp anlamsız da olsa bir şeyler gevelediğim dualar sonrası, üzerimize çöken bu karabulutların nedeni hep çocukluğumun sevecen Tanrısının cezasıymış. Mübarek beyazlığı ile yanağımı sıvazlayan ellerini “istemem” diye itmiştim bir keresinde. Cici annemin hayır duaları, ışıltılı kadife elbisesinin küçük cebinde son bulmuştu.
Üzerine oturan siyah bir kazakla, yandan bakıldığında kendisinin değilmiş gibi duran çıkık göbeğinin taşıdığı çelimsiz bacaklarını saran, siyah bir pantolon giymişti. Beyazları fazla olan kırçıl saçları kısacıktı.
Salondaki aynanın önüne ayaklarını sürüye sürüye geldi. Tam önünde durdu. İki elini beline koydu. Ayakları açıktı.
İki avcuyla memelerini tuttu. Sonra aşağıdan yukarıya sıvazladı.
Güdük bir koyunun örselenmiş memelerini hatırlatır sarkıklar, bir an ne olduklarını anlayamamış, ateşli taraftarlar gibi sevinçle ayağa kalkmıştı. Sonra kötü son geldi. Sevinç ve haz bir saniyelikti. Sevişmek ise sadece bir dakika sürüyordu. Ama hayatındaki bir dakikalar sınırlıydı.
Uzunca bir süre kendini seyretti.
“Aynalar doğru söylermiş.” dedi.
Fondötenin kapağını açtı, bir miktarını eline aldı.
Açık deniz fırtınalarının kayaları dövmesi gibi, yılların gelgitleri, yüzünde derin; inilmesi zor, çıkılması ise zaman alan dipsiz yarıklar açmıştı.
Hangi fondöten kapatabilirdi ki?
Bir avuç daha aldı. Yarıklar kapanmıyordu.
Yarım saat sonra, sadece beyaz kumların üzerinde ışıldayan agat taşını andırır lacivert gözleri ve biçimli dudaklarını küçülten kıpkırmızı ruju belli oluyordu.
Ayağa kalktı. Salon kapısına yürüdü.
Balkonda ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum. Dondurma su olmuştu. Verlaine’ın kitabı ayaklarımın dibindeydi.
Sonra onu gördüm. Siyah bir vücut, bulut gibi bir kafa. Arkaya doğru çıkık, oldukça biçimli bir aryen kafatası. Anneannem; barikisefal mi yoksa dorikisefal mi derdi böylelerine, hatırlayamıyorum. Seçebildiğim kadarıyla Grek bir burnu vardı.
Bir süre ayna karşısında kaldı. Sonra yüzüne bir şeyler sürdü. Kendini seyretti.
Saat ona geliyordu. Ağır ağır kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Elini tokmağa attı. Ardına kadar açılan kapının gerisindeki adama, sığınak bulmuş bir gemi misali sarıldı. Ateşli bir öpüşme içinde sarsılan vücudu zevke teslim olmuştu. Nefessiz bırakan birleşme sonrası, azıcık hava almak için ayrılan dudakları, biraz sonra tekrar öpüyordu o biçimli ağzı.
Kötü olmuştum. Mehmet’i düşündüm. Kumral saçlarını bir de. İlkokulda yaramazlık yaptığımda öğretmen bir fiil seçer ve onu çektirirdi.
Oublier...
Hayır, onu unuttum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Hatırlamak istemiyorum. Ama Madame Yvonne kaşlarını çatmış, terlemiş yüzüme bakıyor. İncecik sesimi duyuyorum.
J’ai oublié...
Tu as oublié...
İl / elle a oublié...
Nous avons oublié...
Vouz avez oublié...
Ils / elles ont oublié...
Beynim karıncalanmıştı. Neden sonra, bakan gözlerim tekrar görmeye başladı. O ve adam şimdi kanepede yan yanaydılar.
Kocaman balon bardakta “Fundador” ikram etmişti. Bir eli kadehini tutarken diğer eli, adamın pürüzsüz ensesini okşuyordu. Az sonra daha da sokuldu. Sınırsız bir şehvet odayı doldurmuştu.
Allahım, kadının iniltileri sanki yanımdaydı. Neden sonra o seslerin yıllardır kasılmayan hançeremden çıktığını fark ettim.
Je t’ai oublié...
Kadın yavaş yavaş kanepeden kalktı. Hareketleri, daha bir farklıydı. Yıllardır susuz kalan bir bedenin cıvıltısı vardı şimdi. Yoksa kulaklarım, kuşların sesini mi duyuyordu? Neyi duyduğumu ve gördüğümü bilmiyordum.
Zaman yoktu. Mekân gerçek değildi.
Tekrar öpüştüler. Kapıyı açtı ve adam gitti.
Mutlulukla örtülen bir kapı sesi duydum.
Sigaram parmaklarımı yakıyordu.
Kadın tekrar gelip, adamın oturduğu minderde yaptığı ize dokundu. Elleri ustalıkla gezindi pütürlü dokuda.
İşte o zaman anladım.
Adam falan yoktu. O kapıdan hiç kimse girmemişti. Fundador yıllardır üretilmiyordu. Aynı anneannemin sürdüğü Chat Noir’ı gibi.
Kederin bir insanın yüzüne böylesine rahat oturduğunu ilk defa şimdi görmüştüm. Acılarım takma bir ad gibi sahteydi.
Geceler boyu haykırışlarım böylesi zavallı değildi.
Ben sahteydim, o ise yapma bir bebek kadar gerçekti.
Her gece aynı şey oluyor... Çürümüş ve isteksiz bedenim buna daha ne kadar dayanacak? Biliyorum, hep o ilaçlardan. Tam her şey gerçekken, etkisi geçiveriyor.
Oysa onu ne kadar özledim bir bilse!
Alkışların, toz kokan kalın yeşil perdenin ağırlığının sesini ve kokusunu yıllardır duyamamak; her gece bu kostüme -o lanet ilaçlara rağmen- bürünmek ve sonrasında o kapıyı bir dahaki sefere açılmak üzere belki hiç kapatamamak.
Ne zaman kaçmıştık her şeyden?
Kendimizin olan, Tanrı tarafından bağışladığını hiçbir zaman kabul edemediğim sahiplenmişlik duygusunu; burun deliklerimizi sızlatan boğazın iyot, Adanın beyaz mermer kokusunun özlemini ne zaman kaybetmiştik?
Yoksa Adeviye haklı mıydı? Cevat’la evlenseydim eğer, yalnızlığımı paylaşacak bir kız, bir oğlan doğurur muydum ki? Ya Cevat ölseydi... İki küçük çocukla Eskişehir’in tabutu andırır -Eskipazar yerinin- eski evleri kadınlığıma ne haykırırlardı? Belki Cevat ölmemiştir. Karısı ve iki çocuğu ile belki hâlâ yaşıyordur. Bilmiyorum. Oysa o, ölüme Tevfik’ten daha yakındı. Düğünde fark edememiştim narinliğini. İçin için Metin’i kıskanmasını ise hiç anlamamıştım.
Kesik öksürükleri, yatak odasından salona yayılmaya başladığında, ben işte bu salon aynasının önünde prova yapıyor olurdum.
Kadınlığım onu öylesine iterdi ki, birlikteliğimizde sevişmek bir dakika sürerdi. Çingene misali, mal kaçırırcasına.
İlk önceleri, beni kadınlığımdan, sonraları memleketi şiirlerinden ürkütmüştü. Hayat, azametli bir konakta esir uluması gibi acı veriyordu. Her an sarılan ve bir daha hiçbir zaman aynı rahatlığa eriştirmeyen öfke sızıntıları içinde yaşıyorduk.
Bir gün, “gidiyoruz” dedi.
Her şeyi satıp gidiyormuşuz...
İşte böyle pudralıydı yüzüm. Provadan yeni gelmiştim.
Yüce Krispos’un binlerce yıl sonraki ardılları -bizler-, puslu bir mart günü temsillerini takdim ettikten sonra, senelerce özlediğim yeşil perdeye veda ettik.
“Çok muvaffak olduk arkadaşlar” dedi Metin. Onu en son o gün duydum. Bir de Karaköy iskelesinde büyücek bir babanın gerisinde, o olması için çok dua ettiğim gölgeyi gördüm.
Oyun her zamanki gibi saat onda başlıyordu. Pudram kalmamış... İhtiyar Charles’dan almalı yarın...
Kadın öylece, üzerindeki elbisesi ile kanepeye uzandı. İki elini göğsünde birleştirmiş, gizemli bir ayinde kurban rolüne soyunmuştu.
Saat on ikiye geliyordu. Az sonra, alt caddenin küçük şapeli, çan seslerini geceye salacaktı. Minik iblisler, rahip cüceler, koyu yeşil haç perileri, sokaklarda salına salına gezeceklerdi. Hayaldi belki ama düşüncesi bile ensemin ürpermesine neden olmuştu. Yapış yapış olan dondurma kutusu ile Rimbaud’yu kıskanan Verlaine, balkonun bir köşesinde kaderlerine küsmüş, öylece kalmışlardı.
Ayaklarım birbirine dolanıktı, aklım, gördüklerime bir ev arıyordu.
Uyumuşum.
Bu sefer sabah kuşları cıvıl cıvıldı. Açık bıraktığım penceremden, taze bir bahar havası, evin içinde hüküm süren akrilik imparatorluğunun hâkimiyetine son veriyordu. Ama benimkiler akıllı. Önceleri yenilgiyi kabul eder gibi görünseler bile, biliyorlar ki iktidar öğlene kadar...
Sonra...
Sonrası yaşasın dayatma!
Çarpışmaları hoşuma gidiyor. Tek başınalığım böylece bir değil, iki orduyla kutsanıyor... Az mı?
Sabah ilaçlarını da aldım. Hepsi komodinin üzerinde... Yüzümü çıkarıp herkes gibi olduktan sonra ihtiyar Charles’a gidebilirim...
Bugün yine atölye var...
Lanet Gabriel... Siyahlarıma hep bir kulp bulmasa olmaz. Kırmızı olmalıymış insanın hayatında. Mezun olunca kırmızı bir gözlük hediye edeceğim ihtiraslı fahişeye!
Merdivenleri koşarak indim. Ana kapıdan sola döndüm. Hızlı adımlarıma, saat dokuzu vuran hafif çan sesleri düet yapıyordu. Bir an duraksayıp, akşamki iblisleri, cüceleri, perileri hatırladım.
Sonra, akşamki kadın geldi düştü aklıma.
Sokağın köşesini hızla döndüm. Ona bir ad bulmalıydım. Yvonne güzel bir uydurmaydı. Evet, kadınımın adı bu olmalıydı.
Küçük meydanın sol tarafından onunla birlikte yürüyorduk. Yvonne’la...
Eski bale pabuçlarını onaran, vitrininde binlerce Chanson’ların nota kitaplarını teşhir eden Charles’ın kapısının önünde, iki basamağı inen yaşlı kadınla az daha çarpışıyordum. Mahcubiyetim tam gırtlağımın oralarındayken, aynı anda; hem kızgın, hem küçümser, hem dalgın, hem doygun, hem mutsuz ve de birçok hem’leri yüzünde barındıran o kadınla karşılaştım.
Evet... Bu o’ydu.
Dünkü kadın. En son ilkokuldayken, “unutmak” fiilini çektiren o kadın. Hercaî menekşelerin pisliğe ortak ettiği, belki “Chat Noir” kokan o kadın.
Kullandığım pat pudranın tonu kalmamış. Olacak şey mi yani? Koskoca Charles’da da kalmadıysa, nereden bulacağım ben bu lanet şeyi?
“Bekle”dedi. “Bekleyeyim de, gelir mi acaba? Ya bulunmazsa? Ya artık üretmiyorlarsa... İki ton koyusu, siyahla beyazı buluşturabilir mi?
Yaşanacak yer olmaktan çıktı burası. Ah Tevfik, ahhh!...”
“Ahhh...” dedi korkuyla. Kısa saçlı, koca gözlü bir kız, tam basamakların önündeydi. Allahtan atik davranmış, son basamakta durabilmişti. Kız öylece bakıyordu. Yüzündeki derin yarıklar, kırçıl başıyla, adını hatırlayamadığı Fransız ressamın “fener ve martılar” tablosunu anımsatmıştı.
Akşam alacası olmasına rağmen o resimde hiç kırmızı yoktu.
“Gabriel’e inat” dedi.
Düşüncelerinde adamı sordu kadına. Tüm gece Verlain’nı kıskandıran adamı.
Kızın gözleri Adeviye’nin gözlerine benziyordu. Şöyle badem, böyle süzgün... Bu bakışları çok iyi biliyordu ve artık arayan bakışlar istemiyordu... Anlatabilirim belki diye düşündü. Ancak kız anlamsız bakıyordu. Aynı hizmetçi kız gibi.
“Allık sürmüş güya haspam!
Anaları gibi rüküşler,
Canın cehenneme bête!”
Bir kadın çizecektim. Ona inat, Gabriel’in istediği gibi kızıl kırmızı.
Az önce yanlışlıkla devirdiğim yarım kiloluk siyah akrilik boya, aynı aklım gibi tulumumu da gölgelendirmişti.
Siyahı severim. Neyle karıştırırsan onu değiştirmekten öte, ruhunu alır, sonra hiç yokmuşçasına yeni tonların hâkimi olur.
Acı kahve koyu kahveye, kan kırmızısı, yalnız ve şehvetten acımış koyu kırmızıya, baharın gerçek yeşili ise yüzyılların doğurganlığı sonrası artık ölümü bekleyen ağaçların kasvetli bekleyişine dönüverir.
Siyahı severim. Bembeyaz bir düzlemde, hayatın gerçekliğini anlatmak için soylu bir duruşu vardır. Tek başına bile, tüm duyguların renkli karnavalında; geçidin en önünde, sanki bütün samba okulların birincisi kendisiymişçesine mağrur yürür. Ağır ağır, dar kalçaların çalkalanmasını sağlayan, tek bedenmiş gibi sağa sola kıvrılan vücutları bilinen tınıdan kurtarıp yeniden doğuşu sağlayan odur. Hayatın başlangıcı gibidir. Ne önü ne arkası bilinir. Tüm renkleri o kapatır ve içine alıp yeniden doğar. Hiç kimsesiz bir yaşamı vardır. Dostu yoktur. Sevgilisi, bir erkeği, bir kadını hiç olmamıştır.
Henüz yıkadığım ellerime baktım. Eski pembeliğine kavuşamamışlardı. Ruhum gibi yarı, aydınlık yarı griydi onlar da.
Bilgisayarımdan mektuplarımı okumuş, cevap verileceklere görevimi yerine getirmiş, bu umarsız şehrin yalnız gecesinde, bir elimde dondurma kutusu diğer elimde Verlaine’nin Mektupları kitabı küçük balkonumda oturuyorum.
Bir siyahı severim bir de karadut dondurmasını...
Hiçbir şey aramayan gözlerim yine de fıldır fıldır.
Nereye bakıyorum?..
Karşı apartmanın bütün pencerelerinin perdeleri açık. Bunlarda mahremiyet duygusu yok. Üst kattaki kız donla dolaşıyor. Az sonra sevgilisi gelir. Tam vakti. Kıyafetinden anladığım kadarıyla iki cadde ilerdeki alışveriş merkezinde koruma görevlisi. Önceleri ateşli bir sevişme vardı hayatımızda. Sonraları her şey gibi o da bilinirliğin pençesinde yok olup gitti. Adam yine eskisi gibi, her gece geliyor. Ancak kapı arkasında bir olmak yerine, kızın yaptığı hazır yemekleri bölüşüyorlar tabaklarında. Ehh, olursa bir şeyler, oluyor işte öylesine perdeleri kapalı yan odada.
İçin için güldüm. Sonra birden donup kaldı gamzelerimin hareketi. Terk eden sevgili, karadut dondurmasında şekillenivermişti. Sadece onu sevmiştim. Sonrakiler ise; iki tabağa bölüşülen orta boy pizza gibiydi.
Verlaine, Rimbaud’a bir şeyler anlatmaya çalışıyordu!
Dondurmadan bir kaşık daha aldım. Gözlerim yan binaya kaydı. Kadın havayollarında hostesti. Çocuklar okuldan gelir, ayaküstü bir sandviç yerlerdi. Uçuşları nedeniyle her zaman evde olmuyordu. O evde olmadığı zamanlarda kocası geç kalmaz, saat sekiz dedi mi anahtarıyla eve girerdi. Oğlanlar, o geldiğinde salonda play station oynuyor olurlardı. Sonra adam, değişik soslarla kalın makarnalar yapardı. Sanırım İtalyan asıllıydı.
Verlaine saldırıyor...
Dondurma eriyor...
Avluya bakan balkonun demirlerine doğru gerindim. Atölye çok yorucu geçiyordu.
Aniden gözlerim daha evvel hiç görmediğim bir pencereye kaydı. Normal oturduğumda kesinlikle göremeyeceğim bir açıda, perdeleri açık bir salondu baktığım. Farklı ne vardı ki? Ancak içimden bir ses, bakmaya devam etmemi söylüyordu. Bir şeyler umduğum kesin. Ama bilmiyorum, salona açılan çift kanatlı camlı kapıdan içeri kimin girmesini istediğimi. Genç birisi giriverse hayallerim yıkılır mı? Hoş, tamamı beyaz olan saçlarını ensesinde topuz yapmış yaşlı bir kadın süzülse, beklentilerime daha mı uygun olur, onu da bilmiyorum. Bildiğim ve istediğim tek şey var; o da birilerinin o salondan içeri girmesi. Genç yaşlı ne fark eder ki?
Dakikalar geçiyor büyük opal avizenin altında.
Salonu iyice özümsemeye çalışıyorum. Işığın sararttığı kirli duvarların, aslında en az elli senelik hercaîmenekşe desenli mavi duvar kâğıtları olduğunu ayrımsıyorum. Duvarların eskiliğine rağmen, olmaması gereken bir şey beni rahatsız ediyor.
Evet, eşyalar yeni. Daha doğrusu yenileştirilmiş. Maun masa pırıl pırıl görünüyor, ama ayaklarının kıvrımlarından anlaşılıyor aslında o yılların ince zevkinin ürünü olduğu. Köşede kocaman bir ayna, evin eskiliğini, yabana göstermek istemezcesine parlıyor. Evet! Belki bu yüzden tüm eşyalar yeni görünüyor.
Her şeyi emen, gerçekler geçidi, ayna sayesinde yalancı duruma düşüyor.
Mezarlar, insanların en son evleri ve en son duvarlarıdır.
Onlar; bedenlere evlerden daha sadıktırlar.
Onlardan kalan, akıtılan gözyaşları ve ölülerin sonsuza dek kalacak fani olmayan miraslarıdır.
Ölüm uykusundan sonra artık vücudun güzelliği geri alınamaz.
Burası bir sükûn şehridir.
Çıplak olarak taşınıp içine gömülünen sağlam ebedi istirahatgâh.
Ebedi evdir.
Bu nasıl bir mezardır?
Hayatta kazanılan zaferlerin nefrete layık abidesidir.
Taş ve toprak olanın işaretleri.
Ölülerin mezar taşları, suskun harflerinizle öleni dile getiriniz.
Vücudunuzu yitirip telef ettikten sonra hangi insan buraya ismini verdi?
Ölü insan Krispos.
Fariz ülkesinin (Mısır) ve başak taşıyan Nil Nehrinin ve Nymphaea’nın ölümsüzleştiği yerlerin vatandaşı buradadır.
O ki, dönüp duran bir trajedinin ilk zafer çelengini kazanmıştır.
Onun parlak cazibesi, yirmi dokuzuncu yaşında beklenmedik bir anda ve şekilde sönmüştür.
“Yüce Krispos” dedi.
Aklı karışmaya başlıyordu. “Kahrolasıca krizler.”
Bu gece olmamalı, bu gece olmaz... İlaçlar, ilaçlarım nerede?
Temizlikçi kadın...
Her şeyimi karıştırıyor. Evet karıştırıyor. Biliyorum. Hemen anladım. Geçen hafta, küçük konsolun çekmecesinde duran sustalıyı almış aptal şey. Tabii dokunmuş düğmesine. O da atıvermiş ileriye kendini. Hanidir kimse açmıyordu. Sonra korkmuş, kapatamamış da. Orada, öylece bırakıvermiş. Sanki ben görmeyeceğim. Buldum tabii canım. Öylece, prangalarından fırlamış, cabbar levendler gibiydi.
“Ahh!” dedim içimden. “Tevfik bir görseydi bunu. Bir dakika durmaz hemen kovardı.”
En iyi hizmetçi Fransız’dan olur derdi büyükannem. Nerede bizim köşkün Vivet’i nerede bu aptal. İki katı para alıyor ama, sanırım kendi ülkelerinde olduklarından paranın değerini bilmiyorlar. Meşakkat çekmediler tabii neneleri gibi.
Öff! Nerede bu ilaçlar?
O kadar söylüyorum. İlaçlar komodinin üzerinde duracak diye. Ama anlamıyor bête!.. Sonra ne oluyor? Ben onları, yine banyodaki sabun dolabının içinde buluyorum. Oradalar işte.
O gece bu gece.
Yüce Krispos...
Metin, Altan ve diğerleri...
Tamam, pudra kutusu da burada!
Hayatında, acaba şöyle sedef kakmalı bir tuvalet masası mı gördü? Üç beş boya sürerler suratlarına banyoda. Sonra kadın oldum derler.
Boyanmak bir sanattır. Işık nereden gelir? Elmacık kemiklerin etkisi yanağa nasıl yansır? Allık ne renk olmalıdır? Kaş nasıl alınır?
Yok canım... Bir şey bildikleri yok.
Bari benimkileri ellemese. Pat pudra en çok kullandığım şey. Her sabah, her akşam. Sadece dışarı çıkarken kullanmıyorum.
Her daim elimin altında olmalı.
Her an hazır bekliyorum.
Kulisten, Leyla işaret ediyor. Salon alkıştan inliyor. “Çok muvaffak olduk arkadaşlar” diyor Metin. Sahnenin kalın perdesi koyu yeşil. Tavandan yere doğru uzanırken, bozkırda her nasılsa ayakta kalmayı başarmış bir ağacın yorgun yeşiline dönüşmüş. Olsun biz ona bakmıyoruz. Çünkü yeryüzünün karanlığı henüz inmemiş toprağa. Bedenler karanın özgürlüğüyle buluşmamış. Tanrı yarattığından nefret etmiyormuş.
“Sevginden kendini, o da yetmezmiş gibi Tevfik’i de kararttın” diyor Adviye. Adviye değil yavrum. Esası Adeviye’dir. Okul arkadaşım Adeviye... Kardeşi havacı olan Adeviye. Ne çok istemişti Cevat’la evlenmemi. Ama ben istemiyordum ki. Hariciyeci Tevfik’ti tek derdim. Pahalı brokarlar içinde dans edecektik balolarda. Çocukları Fransız mürebbiyeler büyütecek, bizse sonsuza kadar vals yapacaktık. Belki tango ya da fokstrot. Ne bileyim?
Kafam karışıyor. İlaçları da aldım. Neden hâlâ bu aklımı yiyen görüntüler?
Ahşap konağın tırabzanında duran, sarı elbiseli küçük kızdan gözümü alamıyor, annemden kurtaramıyorum kendimi. Ya da Vivet’in, kardeşimin kıçını okşamasını, servis kapısında elini, siyah elbisesinin eteklerinden yukarıya daldırıp dudaklarını anlayamadığım bir şevkle yalamasını...
Pat pudrası azalıyor. Yarın çıkıp ihtiyar Charles’dan bir kutu almalı. Buranın ışığı az. Salona geçip orada sürmeli. Annem pudrayı pek güzel sürerdi. Kulak memeleri ve boyun unutulmamalı. Yoksa sakil durur.
Annemi dinlemeli.
Hep dinledim bunca sene. O kulağımın perisiydi. Küçük kulak mememin kıvrımında, masalsı konağında oturur; aynı büyük tiyatro salonlarındaki suflörler gibi ne yapmam gerektiğini fısıldardı. Belki de beynimim tüm kıvrımlarını ele geçirmişti.
Bilmiyorum. İlaçlar anlatmıyor işin aslını.
Tanrının bir cezası derdi Tevfik. Benim başıma, başımıza gelen her şey onun yüzündenmiş.
Demek, ellerimi açıp anlamsız da olsa bir şeyler gevelediğim dualar sonrası, üzerimize çöken bu karabulutların nedeni hep çocukluğumun sevecen Tanrısının cezasıymış. Mübarek beyazlığı ile yanağımı sıvazlayan ellerini “istemem” diye itmiştim bir keresinde. Cici annemin hayır duaları, ışıltılı kadife elbisesinin küçük cebinde son bulmuştu.
Üzerine oturan siyah bir kazakla, yandan bakıldığında kendisinin değilmiş gibi duran çıkık göbeğinin taşıdığı çelimsiz bacaklarını saran, siyah bir pantolon giymişti. Beyazları fazla olan kırçıl saçları kısacıktı.
Salondaki aynanın önüne ayaklarını sürüye sürüye geldi. Tam önünde durdu. İki elini beline koydu. Ayakları açıktı.
İki avcuyla memelerini tuttu. Sonra aşağıdan yukarıya sıvazladı.
Güdük bir koyunun örselenmiş memelerini hatırlatır sarkıklar, bir an ne olduklarını anlayamamış, ateşli taraftarlar gibi sevinçle ayağa kalkmıştı. Sonra kötü son geldi. Sevinç ve haz bir saniyelikti. Sevişmek ise sadece bir dakika sürüyordu. Ama hayatındaki bir dakikalar sınırlıydı.
Uzunca bir süre kendini seyretti.
“Aynalar doğru söylermiş.” dedi.
Fondötenin kapağını açtı, bir miktarını eline aldı.
Açık deniz fırtınalarının kayaları dövmesi gibi, yılların gelgitleri, yüzünde derin; inilmesi zor, çıkılması ise zaman alan dipsiz yarıklar açmıştı.
Hangi fondöten kapatabilirdi ki?
Bir avuç daha aldı. Yarıklar kapanmıyordu.
Yarım saat sonra, sadece beyaz kumların üzerinde ışıldayan agat taşını andırır lacivert gözleri ve biçimli dudaklarını küçülten kıpkırmızı ruju belli oluyordu.
Ayağa kalktı. Salon kapısına yürüdü.
Balkonda ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum. Dondurma su olmuştu. Verlaine’ın kitabı ayaklarımın dibindeydi.
Sonra onu gördüm. Siyah bir vücut, bulut gibi bir kafa. Arkaya doğru çıkık, oldukça biçimli bir aryen kafatası. Anneannem; barikisefal mi yoksa dorikisefal mi derdi böylelerine, hatırlayamıyorum. Seçebildiğim kadarıyla Grek bir burnu vardı.
Bir süre ayna karşısında kaldı. Sonra yüzüne bir şeyler sürdü. Kendini seyretti.
Saat ona geliyordu. Ağır ağır kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Elini tokmağa attı. Ardına kadar açılan kapının gerisindeki adama, sığınak bulmuş bir gemi misali sarıldı. Ateşli bir öpüşme içinde sarsılan vücudu zevke teslim olmuştu. Nefessiz bırakan birleşme sonrası, azıcık hava almak için ayrılan dudakları, biraz sonra tekrar öpüyordu o biçimli ağzı.
Kötü olmuştum. Mehmet’i düşündüm. Kumral saçlarını bir de. İlkokulda yaramazlık yaptığımda öğretmen bir fiil seçer ve onu çektirirdi.
Oublier...
Hayır, onu unuttum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Hatırlamak istemiyorum. Ama Madame Yvonne kaşlarını çatmış, terlemiş yüzüme bakıyor. İncecik sesimi duyuyorum.
J’ai oublié...
Tu as oublié...
İl / elle a oublié...
Nous avons oublié...
Vouz avez oublié...
Ils / elles ont oublié...
Beynim karıncalanmıştı. Neden sonra, bakan gözlerim tekrar görmeye başladı. O ve adam şimdi kanepede yan yanaydılar.
Kocaman balon bardakta “Fundador” ikram etmişti. Bir eli kadehini tutarken diğer eli, adamın pürüzsüz ensesini okşuyordu. Az sonra daha da sokuldu. Sınırsız bir şehvet odayı doldurmuştu.
Allahım, kadının iniltileri sanki yanımdaydı. Neden sonra o seslerin yıllardır kasılmayan hançeremden çıktığını fark ettim.
Je t’ai oublié...
Kadın yavaş yavaş kanepeden kalktı. Hareketleri, daha bir farklıydı. Yıllardır susuz kalan bir bedenin cıvıltısı vardı şimdi. Yoksa kulaklarım, kuşların sesini mi duyuyordu? Neyi duyduğumu ve gördüğümü bilmiyordum.
Zaman yoktu. Mekân gerçek değildi.
Tekrar öpüştüler. Kapıyı açtı ve adam gitti.
Mutlulukla örtülen bir kapı sesi duydum.
Sigaram parmaklarımı yakıyordu.
Kadın tekrar gelip, adamın oturduğu minderde yaptığı ize dokundu. Elleri ustalıkla gezindi pütürlü dokuda.
İşte o zaman anladım.
Adam falan yoktu. O kapıdan hiç kimse girmemişti. Fundador yıllardır üretilmiyordu. Aynı anneannemin sürdüğü Chat Noir’ı gibi.
Kederin bir insanın yüzüne böylesine rahat oturduğunu ilk defa şimdi görmüştüm. Acılarım takma bir ad gibi sahteydi.
Geceler boyu haykırışlarım böylesi zavallı değildi.
Ben sahteydim, o ise yapma bir bebek kadar gerçekti.
Her gece aynı şey oluyor... Çürümüş ve isteksiz bedenim buna daha ne kadar dayanacak? Biliyorum, hep o ilaçlardan. Tam her şey gerçekken, etkisi geçiveriyor.
Oysa onu ne kadar özledim bir bilse!
Alkışların, toz kokan kalın yeşil perdenin ağırlığının sesini ve kokusunu yıllardır duyamamak; her gece bu kostüme -o lanet ilaçlara rağmen- bürünmek ve sonrasında o kapıyı bir dahaki sefere açılmak üzere belki hiç kapatamamak.
Ne zaman kaçmıştık her şeyden?
Kendimizin olan, Tanrı tarafından bağışladığını hiçbir zaman kabul edemediğim sahiplenmişlik duygusunu; burun deliklerimizi sızlatan boğazın iyot, Adanın beyaz mermer kokusunun özlemini ne zaman kaybetmiştik?
Yoksa Adeviye haklı mıydı? Cevat’la evlenseydim eğer, yalnızlığımı paylaşacak bir kız, bir oğlan doğurur muydum ki? Ya Cevat ölseydi... İki küçük çocukla Eskişehir’in tabutu andırır -Eskipazar yerinin- eski evleri kadınlığıma ne haykırırlardı? Belki Cevat ölmemiştir. Karısı ve iki çocuğu ile belki hâlâ yaşıyordur. Bilmiyorum. Oysa o, ölüme Tevfik’ten daha yakındı. Düğünde fark edememiştim narinliğini. İçin için Metin’i kıskanmasını ise hiç anlamamıştım.
Kesik öksürükleri, yatak odasından salona yayılmaya başladığında, ben işte bu salon aynasının önünde prova yapıyor olurdum.
Kadınlığım onu öylesine iterdi ki, birlikteliğimizde sevişmek bir dakika sürerdi. Çingene misali, mal kaçırırcasına.
İlk önceleri, beni kadınlığımdan, sonraları memleketi şiirlerinden ürkütmüştü. Hayat, azametli bir konakta esir uluması gibi acı veriyordu. Her an sarılan ve bir daha hiçbir zaman aynı rahatlığa eriştirmeyen öfke sızıntıları içinde yaşıyorduk.
Bir gün, “gidiyoruz” dedi.
Her şeyi satıp gidiyormuşuz...
İşte böyle pudralıydı yüzüm. Provadan yeni gelmiştim.
Yüce Krispos’un binlerce yıl sonraki ardılları -bizler-, puslu bir mart günü temsillerini takdim ettikten sonra, senelerce özlediğim yeşil perdeye veda ettik.
“Çok muvaffak olduk arkadaşlar” dedi Metin. Onu en son o gün duydum. Bir de Karaköy iskelesinde büyücek bir babanın gerisinde, o olması için çok dua ettiğim gölgeyi gördüm.
Oyun her zamanki gibi saat onda başlıyordu. Pudram kalmamış... İhtiyar Charles’dan almalı yarın...
Kadın öylece, üzerindeki elbisesi ile kanepeye uzandı. İki elini göğsünde birleştirmiş, gizemli bir ayinde kurban rolüne soyunmuştu.
Saat on ikiye geliyordu. Az sonra, alt caddenin küçük şapeli, çan seslerini geceye salacaktı. Minik iblisler, rahip cüceler, koyu yeşil haç perileri, sokaklarda salına salına gezeceklerdi. Hayaldi belki ama düşüncesi bile ensemin ürpermesine neden olmuştu. Yapış yapış olan dondurma kutusu ile Rimbaud’yu kıskanan Verlaine, balkonun bir köşesinde kaderlerine küsmüş, öylece kalmışlardı.
Ayaklarım birbirine dolanıktı, aklım, gördüklerime bir ev arıyordu.
Uyumuşum.
Bu sefer sabah kuşları cıvıl cıvıldı. Açık bıraktığım penceremden, taze bir bahar havası, evin içinde hüküm süren akrilik imparatorluğunun hâkimiyetine son veriyordu. Ama benimkiler akıllı. Önceleri yenilgiyi kabul eder gibi görünseler bile, biliyorlar ki iktidar öğlene kadar...
Sonra...
Sonrası yaşasın dayatma!
Çarpışmaları hoşuma gidiyor. Tek başınalığım böylece bir değil, iki orduyla kutsanıyor... Az mı?
Sabah ilaçlarını da aldım. Hepsi komodinin üzerinde... Yüzümü çıkarıp herkes gibi olduktan sonra ihtiyar Charles’a gidebilirim...
Bugün yine atölye var...
Lanet Gabriel... Siyahlarıma hep bir kulp bulmasa olmaz. Kırmızı olmalıymış insanın hayatında. Mezun olunca kırmızı bir gözlük hediye edeceğim ihtiraslı fahişeye!
Merdivenleri koşarak indim. Ana kapıdan sola döndüm. Hızlı adımlarıma, saat dokuzu vuran hafif çan sesleri düet yapıyordu. Bir an duraksayıp, akşamki iblisleri, cüceleri, perileri hatırladım.
Sonra, akşamki kadın geldi düştü aklıma.
Sokağın köşesini hızla döndüm. Ona bir ad bulmalıydım. Yvonne güzel bir uydurmaydı. Evet, kadınımın adı bu olmalıydı.
Küçük meydanın sol tarafından onunla birlikte yürüyorduk. Yvonne’la...
Eski bale pabuçlarını onaran, vitrininde binlerce Chanson’ların nota kitaplarını teşhir eden Charles’ın kapısının önünde, iki basamağı inen yaşlı kadınla az daha çarpışıyordum. Mahcubiyetim tam gırtlağımın oralarındayken, aynı anda; hem kızgın, hem küçümser, hem dalgın, hem doygun, hem mutsuz ve de birçok hem’leri yüzünde barındıran o kadınla karşılaştım.
Evet... Bu o’ydu.
Dünkü kadın. En son ilkokuldayken, “unutmak” fiilini çektiren o kadın. Hercaî menekşelerin pisliğe ortak ettiği, belki “Chat Noir” kokan o kadın.
Kullandığım pat pudranın tonu kalmamış. Olacak şey mi yani? Koskoca Charles’da da kalmadıysa, nereden bulacağım ben bu lanet şeyi?
“Bekle”dedi. “Bekleyeyim de, gelir mi acaba? Ya bulunmazsa? Ya artık üretmiyorlarsa... İki ton koyusu, siyahla beyazı buluşturabilir mi?
Yaşanacak yer olmaktan çıktı burası. Ah Tevfik, ahhh!...”
“Ahhh...” dedi korkuyla. Kısa saçlı, koca gözlü bir kız, tam basamakların önündeydi. Allahtan atik davranmış, son basamakta durabilmişti. Kız öylece bakıyordu. Yüzündeki derin yarıklar, kırçıl başıyla, adını hatırlayamadığı Fransız ressamın “fener ve martılar” tablosunu anımsatmıştı.
Akşam alacası olmasına rağmen o resimde hiç kırmızı yoktu.
“Gabriel’e inat” dedi.
Düşüncelerinde adamı sordu kadına. Tüm gece Verlain’nı kıskandıran adamı.
Kızın gözleri Adeviye’nin gözlerine benziyordu. Şöyle badem, böyle süzgün... Bu bakışları çok iyi biliyordu ve artık arayan bakışlar istemiyordu... Anlatabilirim belki diye düşündü. Ancak kız anlamsız bakıyordu. Aynı hizmetçi kız gibi.
“Allık sürmüş güya haspam!
Anaları gibi rüküşler,
Canın cehenneme bête!”
Bir kadın çizecektim. Ona inat, Gabriel’in istediği gibi kızıl kırmızı.
Ocak 2003
Ankara
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)