9 Mayıs 2010 Pazar

BAHAR PANDOMİMİ

Dışarıda hava çok güzel. Kuşlar cıvıl cıvıl. Karşı apartmanın damındaki kedi, kamburunu çıkartarak gerindi. Bir ileriye bir geriye uzayarak esnerken, küçük pembe dili henüz kızıllaşmaya başlayan gökyüzünde ufak bir fırça darbesi gibi kaldı.
Az önce yanlışlıkla devirdiğim yarım kiloluk siyah akrilik boya, aynı aklım gibi tulumumu da gölgelendirmişti.
Siyahı severim. Neyle karıştırırsan onu değiştirmekten öte, ruhunu alır, sonra hiç yokmuşçasına yeni tonların hâkimi olur.
Acı kahve koyu kahveye, kan kırmızısı, yalnız ve şehvetten acımış koyu kırmızıya, baharın gerçek yeşili ise yüzyılların doğurganlığı sonrası artık ölümü bekleyen ağaçların kasvetli bekleyişine dönüverir.
Siyahı severim. Bembeyaz bir düzlemde, hayatın gerçekliğini anlatmak için soylu bir duruşu vardır. Tek başına bile, tüm duyguların renkli karnavalında; geçidin en önünde, sanki bütün samba okulların birincisi kendisiymişçesine mağrur yürür. Ağır ağır, dar kalçaların çalkalanmasını sağlayan, tek bedenmiş gibi sağa sola kıvrılan vücutları bilinen tınıdan kurtarıp yeniden doğuşu sağlayan odur. Hayatın başlangıcı gibidir. Ne önü ne arkası bilinir. Tüm renkleri o kapatır ve içine alıp yeniden doğar. Hiç kimsesiz bir yaşamı vardır. Dostu yoktur. Sevgilisi, bir erkeği, bir kadını hiç olmamıştır.
Henüz yıkadığım ellerime baktım. Eski pembeliğine kavuşamamışlardı. Ruhum gibi yarı, aydınlık yarı griydi onlar da.
Bilgisayarımdan mektuplarımı okumuş, cevap verileceklere görevimi yerine getirmiş, bu umarsız şehrin yalnız gecesinde, bir elimde dondurma kutusu diğer elimde Verlaine’nin Mektupları kitabı küçük balkonumda oturuyorum.
Bir siyahı severim bir de karadut dondurmasını...
Hiçbir şey aramayan gözlerim yine de fıldır fıldır.
Nereye bakıyorum?..
Karşı apartmanın bütün pencerelerinin perdeleri açık. Bunlarda mahremiyet duygusu yok. Üst kattaki kız donla dolaşıyor. Az sonra sevgilisi gelir. Tam vakti. Kıyafetinden anladığım kadarıyla iki cadde ilerdeki alışveriş merkezinde koruma görevlisi. Önceleri ateşli bir sevişme vardı hayatımızda. Sonraları her şey gibi o da bilinirliğin pençesinde yok olup gitti. Adam yine eskisi gibi, her gece geliyor. Ancak kapı arkasında bir olmak yerine, kızın yaptığı hazır yemekleri bölüşüyorlar tabaklarında. Ehh, olursa bir şeyler, oluyor işte öylesine perdeleri kapalı yan odada.
İçin için güldüm. Sonra birden donup kaldı gamzelerimin hareketi. Terk eden sevgili, karadut dondurmasında şekillenivermişti. Sadece onu sevmiştim. Sonrakiler ise; iki tabağa bölüşülen orta boy pizza gibiydi.
Verlaine, Rimbaud’a bir şeyler anlatmaya çalışıyordu!
Dondurmadan bir kaşık daha aldım. Gözlerim yan binaya kaydı. Kadın havayollarında hostesti. Çocuklar okuldan gelir, ayaküstü bir sandviç yerlerdi. Uçuşları nedeniyle her zaman evde olmuyordu. O evde olmadığı zamanlarda kocası geç kalmaz, saat sekiz dedi mi anahtarıyla eve girerdi. Oğlanlar, o geldiğinde salonda play station oynuyor olurlardı. Sonra adam, değişik soslarla kalın makarnalar yapardı. Sanırım İtalyan asıllıydı.
Verlaine saldırıyor...
Dondurma eriyor...
Avluya bakan balkonun demirlerine doğru gerindim. Atölye çok yorucu geçiyordu.
Aniden gözlerim daha evvel hiç görmediğim bir pencereye kaydı. Normal oturduğumda kesinlikle göremeyeceğim bir açıda, perdeleri açık bir salondu baktığım. Farklı ne vardı ki? Ancak içimden bir ses, bakmaya devam etmemi söylüyordu. Bir şeyler umduğum kesin. Ama bilmiyorum, salona açılan çift kanatlı camlı kapıdan içeri kimin girmesini istediğimi. Genç birisi giriverse hayallerim yıkılır mı? Hoş, tamamı beyaz olan saçlarını ensesinde topuz yapmış yaşlı bir kadın süzülse, beklentilerime daha mı uygun olur, onu da bilmiyorum. Bildiğim ve istediğim tek şey var; o da birilerinin o salondan içeri girmesi. Genç yaşlı ne fark eder ki?
Dakikalar geçiyor büyük opal avizenin altında.
Salonu iyice özümsemeye çalışıyorum. Işığın sararttığı kirli duvarların, aslında en az elli senelik hercaîmenekşe desenli mavi duvar kâğıtları olduğunu ayrımsıyorum. Duvarların eskiliğine rağmen, olmaması gereken bir şey beni rahatsız ediyor.
Evet, eşyalar yeni. Daha doğrusu yenileştirilmiş. Maun masa pırıl pırıl görünüyor, ama ayaklarının kıvrımlarından anlaşılıyor aslında o yılların ince zevkinin ürünü olduğu. Köşede kocaman bir ayna, evin eskiliğini, yabana göstermek istemezcesine parlıyor. Evet! Belki bu yüzden tüm eşyalar yeni görünüyor.
Her şeyi emen, gerçekler geçidi, ayna sayesinde yalancı duruma düşüyor.

Mezarlar, insanların en son evleri ve en son duvarlarıdır.
Onlar; bedenlere evlerden daha sadıktırlar.
Onlardan kalan, akıtılan gözyaşları ve ölülerin sonsuza dek kalacak fani olmayan miraslarıdır.
Ölüm uykusundan sonra artık vücudun güzelliği geri alınamaz.
Burası bir sükûn şehridir.
Çıplak olarak taşınıp içine gömülünen sağlam ebedi istirahatgâh.
Ebedi evdir.
Bu nasıl bir mezardır?
Hayatta kazanılan zaferlerin nefrete layık abidesidir.
Taş ve toprak olanın işaretleri.
Ölülerin mezar taşları, suskun harflerinizle öleni dile getiriniz.
Vücudunuzu yitirip telef ettikten sonra hangi insan buraya ismini verdi?
Ölü insan Krispos.
Fariz ülkesinin (Mısır) ve başak taşıyan Nil Nehrinin ve Nymphaea’nın ölümsüzleştiği yerlerin vatandaşı buradadır.
O ki, dönüp duran bir trajedinin ilk zafer çelengini kazanmıştır.
Onun parlak cazibesi, yirmi dokuzuncu yaşında beklenmedik bir anda ve şekilde sönmüştür.
“Yüce Krispos” dedi.
Aklı karışmaya başlıyordu. “Kahrolasıca krizler.”
Bu gece olmamalı, bu gece olmaz... İlaçlar, ilaçlarım nerede?
Temizlikçi kadın...
Her şeyimi karıştırıyor. Evet karıştırıyor. Biliyorum. Hemen anladım. Geçen hafta, küçük konsolun çekmecesinde duran sustalıyı almış aptal şey. Tabii dokunmuş düğmesine. O da atıvermiş ileriye kendini. Hanidir kimse açmıyordu. Sonra korkmuş, kapatamamış da. Orada, öylece bırakıvermiş. Sanki ben görmeyeceğim. Buldum tabii canım. Öylece, prangalarından fırlamış, cabbar levendler gibiydi.
“Ahh!” dedim içimden. “Tevfik bir görseydi bunu. Bir dakika durmaz hemen kovardı.”
En iyi hizmetçi Fransız’dan olur derdi büyükannem. Nerede bizim köşkün Vivet’i nerede bu aptal. İki katı para alıyor ama, sanırım kendi ülkelerinde olduklarından paranın değerini bilmiyorlar. Meşakkat çekmediler tabii neneleri gibi.
Öff! Nerede bu ilaçlar?
O kadar söylüyorum. İlaçlar komodinin üzerinde duracak diye. Ama anlamıyor bête!.. Sonra ne oluyor? Ben onları, yine banyodaki sabun dolabının içinde buluyorum. Oradalar işte.
O gece bu gece.
Yüce Krispos...
Metin, Altan ve diğerleri...
Tamam, pudra kutusu da burada!
Hayatında, acaba şöyle sedef kakmalı bir tuvalet masası mı gördü? Üç beş boya sürerler suratlarına banyoda. Sonra kadın oldum derler.
Boyanmak bir sanattır. Işık nereden gelir? Elmacık kemiklerin etkisi yanağa nasıl yansır? Allık ne renk olmalıdır? Kaş nasıl alınır?
Yok canım... Bir şey bildikleri yok.
Bari benimkileri ellemese. Pat pudra en çok kullandığım şey. Her sabah, her akşam. Sadece dışarı çıkarken kullanmıyorum.
Her daim elimin altında olmalı.
Her an hazır bekliyorum.
Kulisten, Leyla işaret ediyor. Salon alkıştan inliyor. “Çok muvaffak olduk arkadaşlar” diyor Metin. Sahnenin kalın perdesi koyu yeşil. Tavandan yere doğru uzanırken, bozkırda her nasılsa ayakta kalmayı başarmış bir ağacın yorgun yeşiline dönüşmüş. Olsun biz ona bakmıyoruz. Çünkü yeryüzünün karanlığı henüz inmemiş toprağa. Bedenler karanın özgürlüğüyle buluşmamış. Tanrı yarattığından nefret etmiyormuş.
“Sevginden kendini, o da yetmezmiş gibi Tevfik’i de kararttın” diyor Adviye. Adviye değil yavrum. Esası Adeviye’dir. Okul arkadaşım Adeviye... Kardeşi havacı olan Adeviye. Ne çok istemişti Cevat’la evlenmemi. Ama ben istemiyordum ki. Hariciyeci Tevfik’ti tek derdim. Pahalı brokarlar içinde dans edecektik balolarda. Çocukları Fransız mürebbiyeler büyütecek, bizse sonsuza kadar vals yapacaktık. Belki tango ya da fokstrot. Ne bileyim?
Kafam karışıyor. İlaçları da aldım. Neden hâlâ bu aklımı yiyen görüntüler?
Ahşap konağın tırabzanında duran, sarı elbiseli küçük kızdan gözümü alamıyor, annemden kurtaramıyorum kendimi. Ya da Vivet’in, kardeşimin kıçını okşamasını, servis kapısında elini, siyah elbisesinin eteklerinden yukarıya daldırıp dudaklarını anlayamadığım bir şevkle yalamasını...
Pat pudrası azalıyor. Yarın çıkıp ihtiyar Charles’dan bir kutu almalı. Buranın ışığı az. Salona geçip orada sürmeli. Annem pudrayı pek güzel sürerdi. Kulak memeleri ve boyun unutulmamalı. Yoksa sakil durur.
Annemi dinlemeli.
Hep dinledim bunca sene. O kulağımın perisiydi. Küçük kulak mememin kıvrımında, masalsı konağında oturur; aynı büyük tiyatro salonlarındaki suflörler gibi ne yapmam gerektiğini fısıldardı. Belki de beynimim tüm kıvrımlarını ele geçirmişti.
Bilmiyorum. İlaçlar anlatmıyor işin aslını.
Tanrının bir cezası derdi Tevfik. Benim başıma, başımıza gelen her şey onun yüzündenmiş.
Demek, ellerimi açıp anlamsız da olsa bir şeyler gevelediğim dualar sonrası, üzerimize çöken bu karabulutların nedeni hep çocukluğumun sevecen Tanrısının cezasıymış. Mübarek beyazlığı ile yanağımı sıvazlayan ellerini “istemem” diye itmiştim bir keresinde. Cici annemin hayır duaları, ışıltılı kadife elbisesinin küçük cebinde son bulmuştu.

Üzerine oturan siyah bir kazakla, yandan bakıldığında kendisinin değilmiş gibi duran çıkık göbeğinin taşıdığı çelimsiz bacaklarını saran, siyah bir pantolon giymişti. Beyazları fazla olan kırçıl saçları kısacıktı.
Salondaki aynanın önüne ayaklarını sürüye sürüye geldi. Tam önünde durdu. İki elini beline koydu. Ayakları açıktı.
İki avcuyla memelerini tuttu. Sonra aşağıdan yukarıya sıvazladı.
Güdük bir koyunun örselenmiş memelerini hatırlatır sarkıklar, bir an ne olduklarını anlayamamış, ateşli taraftarlar gibi sevinçle ayağa kalkmıştı. Sonra kötü son geldi. Sevinç ve haz bir saniyelikti. Sevişmek ise sadece bir dakika sürüyordu. Ama hayatındaki bir dakikalar sınırlıydı.
Uzunca bir süre kendini seyretti.
“Aynalar doğru söylermiş.” dedi.
Fondötenin kapağını açtı, bir miktarını eline aldı.
Açık deniz fırtınalarının kayaları dövmesi gibi, yılların gelgitleri, yüzünde derin; inilmesi zor, çıkılması ise zaman alan dipsiz yarıklar açmıştı.
Hangi fondöten kapatabilirdi ki?
Bir avuç daha aldı. Yarıklar kapanmıyordu.
Yarım saat sonra, sadece beyaz kumların üzerinde ışıldayan agat taşını andırır lacivert gözleri ve biçimli dudaklarını küçülten kıpkırmızı ruju belli oluyordu.
Ayağa kalktı. Salon kapısına yürüdü.
Balkonda ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum. Dondurma su olmuştu. Verlaine’ın kitabı ayaklarımın dibindeydi.
Sonra onu gördüm. Siyah bir vücut, bulut gibi bir kafa. Arkaya doğru çıkık, oldukça biçimli bir aryen kafatası. Anneannem; barikisefal mi yoksa dorikisefal mi derdi böylelerine, hatırlayamıyorum. Seçebildiğim kadarıyla Grek bir burnu vardı.
Bir süre ayna karşısında kaldı. Sonra yüzüne bir şeyler sürdü. Kendini seyretti.
Saat ona geliyordu. Ağır ağır kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Elini tokmağa attı. Ardına kadar açılan kapının gerisindeki adama, sığınak bulmuş bir gemi misali sarıldı. Ateşli bir öpüşme içinde sarsılan vücudu zevke teslim olmuştu. Nefessiz bırakan birleşme sonrası, azıcık hava almak için ayrılan dudakları, biraz sonra tekrar öpüyordu o biçimli ağzı.

Kötü olmuştum. Mehmet’i düşündüm. Kumral saçlarını bir de. İlkokulda yaramazlık yaptığımda öğretmen bir fiil seçer ve onu çektirirdi.
Oublier...
Hayır, onu unuttum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Hatırlamak istemiyorum. Ama Madame Yvonne kaşlarını çatmış, terlemiş yüzüme bakıyor. İncecik sesimi duyuyorum.

J’ai oublié...
Tu as oublié...
İl / elle a oublié...
Nous avons oublié...
Vouz avez oublié...
Ils / elles ont oublié...

Beynim karıncalanmıştı. Neden sonra, bakan gözlerim tekrar görmeye başladı. O ve adam şimdi kanepede yan yanaydılar.
Kocaman balon bardakta “Fundador” ikram etmişti. Bir eli kadehini tutarken diğer eli, adamın pürüzsüz ensesini okşuyordu. Az sonra daha da sokuldu. Sınırsız bir şehvet odayı doldurmuştu.
Allahım, kadının iniltileri sanki yanımdaydı. Neden sonra o seslerin yıllardır kasılmayan hançeremden çıktığını fark ettim.
Je t’ai oublié...
Kadın yavaş yavaş kanepeden kalktı. Hareketleri, daha bir farklıydı. Yıllardır susuz kalan bir bedenin cıvıltısı vardı şimdi. Yoksa kulaklarım, kuşların sesini mi duyuyordu? Neyi duyduğumu ve gördüğümü bilmiyordum.
Zaman yoktu. Mekân gerçek değildi.
Tekrar öpüştüler. Kapıyı açtı ve adam gitti.
Mutlulukla örtülen bir kapı sesi duydum.
Sigaram parmaklarımı yakıyordu.
Kadın tekrar gelip, adamın oturduğu minderde yaptığı ize dokundu. Elleri ustalıkla gezindi pütürlü dokuda.
İşte o zaman anladım.
Adam falan yoktu. O kapıdan hiç kimse girmemişti. Fundador yıllardır üretilmiyordu. Aynı anneannemin sürdüğü Chat Noir’ı gibi.
Kederin bir insanın yüzüne böylesine rahat oturduğunu ilk defa şimdi görmüştüm. Acılarım takma bir ad gibi sahteydi.
Geceler boyu haykırışlarım böylesi zavallı değildi.
Ben sahteydim, o ise yapma bir bebek kadar gerçekti.

Her gece aynı şey oluyor... Çürümüş ve isteksiz bedenim buna daha ne kadar dayanacak? Biliyorum, hep o ilaçlardan. Tam her şey gerçekken, etkisi geçiveriyor.
Oysa onu ne kadar özledim bir bilse!
Alkışların, toz kokan kalın yeşil perdenin ağırlığının sesini ve kokusunu yıllardır duyamamak; her gece bu kostüme -o lanet ilaçlara rağmen- bürünmek ve sonrasında o kapıyı bir dahaki sefere açılmak üzere belki hiç kapatamamak.
Ne zaman kaçmıştık her şeyden?
Kendimizin olan, Tanrı tarafından bağışladığını hiçbir zaman kabul edemediğim sahiplenmişlik duygusunu; burun deliklerimizi sızlatan boğazın iyot, Adanın beyaz mermer kokusunun özlemini ne zaman kaybetmiştik?
Yoksa Adeviye haklı mıydı? Cevat’la evlenseydim eğer, yalnızlığımı paylaşacak bir kız, bir oğlan doğurur muydum ki? Ya Cevat ölseydi... İki küçük çocukla Eskişehir’in tabutu andırır -Eskipazar yerinin- eski evleri kadınlığıma ne haykırırlardı? Belki Cevat ölmemiştir. Karısı ve iki çocuğu ile belki hâlâ yaşıyordur. Bilmiyorum. Oysa o, ölüme Tevfik’ten daha yakındı. Düğünde fark edememiştim narinliğini. İçin için Metin’i kıskanmasını ise hiç anlamamıştım.
Kesik öksürükleri, yatak odasından salona yayılmaya başladığında, ben işte bu salon aynasının önünde prova yapıyor olurdum.
Kadınlığım onu öylesine iterdi ki, birlikteliğimizde sevişmek bir dakika sürerdi. Çingene misali, mal kaçırırcasına.
İlk önceleri, beni kadınlığımdan, sonraları memleketi şiirlerinden ürkütmüştü. Hayat, azametli bir konakta esir uluması gibi acı veriyordu. Her an sarılan ve bir daha hiçbir zaman aynı rahatlığa eriştirmeyen öfke sızıntıları içinde yaşıyorduk.
Bir gün, “gidiyoruz” dedi.
Her şeyi satıp gidiyormuşuz...
İşte böyle pudralıydı yüzüm. Provadan yeni gelmiştim.
Yüce Krispos’un binlerce yıl sonraki ardılları -bizler-, puslu bir mart günü temsillerini takdim ettikten sonra, senelerce özlediğim yeşil perdeye veda ettik.
“Çok muvaffak olduk arkadaşlar” dedi Metin. Onu en son o gün duydum. Bir de Karaköy iskelesinde büyücek bir babanın gerisinde, o olması için çok dua ettiğim gölgeyi gördüm.
Oyun her zamanki gibi saat onda başlıyordu. Pudram kalmamış... İhtiyar Charles’dan almalı yarın...

Kadın öylece, üzerindeki elbisesi ile kanepeye uzandı. İki elini göğsünde birleştirmiş, gizemli bir ayinde kurban rolüne soyunmuştu.
Saat on ikiye geliyordu. Az sonra, alt caddenin küçük şapeli, çan seslerini geceye salacaktı. Minik iblisler, rahip cüceler, koyu yeşil haç perileri, sokaklarda salına salına gezeceklerdi. Hayaldi belki ama düşüncesi bile ensemin ürpermesine neden olmuştu. Yapış yapış olan dondurma kutusu ile Rimbaud’yu kıskanan Verlaine, balkonun bir köşesinde kaderlerine küsmüş, öylece kalmışlardı.
Ayaklarım birbirine dolanıktı, aklım, gördüklerime bir ev arıyordu.
Uyumuşum.
Bu sefer sabah kuşları cıvıl cıvıldı. Açık bıraktığım penceremden, taze bir bahar havası, evin içinde hüküm süren akrilik imparatorluğunun hâkimiyetine son veriyordu. Ama benimkiler akıllı. Önceleri yenilgiyi kabul eder gibi görünseler bile, biliyorlar ki iktidar öğlene kadar...
Sonra...
Sonrası yaşasın dayatma!
Çarpışmaları hoşuma gidiyor. Tek başınalığım böylece bir değil, iki orduyla kutsanıyor... Az mı?

Sabah ilaçlarını da aldım. Hepsi komodinin üzerinde... Yüzümü çıkarıp herkes gibi olduktan sonra ihtiyar Charles’a gidebilirim...

Bugün yine atölye var...
Lanet Gabriel... Siyahlarıma hep bir kulp bulmasa olmaz. Kırmızı olmalıymış insanın hayatında. Mezun olunca kırmızı bir gözlük hediye edeceğim ihtiraslı fahişeye!
Merdivenleri koşarak indim. Ana kapıdan sola döndüm. Hızlı adımlarıma, saat dokuzu vuran hafif çan sesleri düet yapıyordu. Bir an duraksayıp, akşamki iblisleri, cüceleri, perileri hatırladım.
Sonra, akşamki kadın geldi düştü aklıma.
Sokağın köşesini hızla döndüm. Ona bir ad bulmalıydım. Yvonne güzel bir uydurmaydı. Evet, kadınımın adı bu olmalıydı.
Küçük meydanın sol tarafından onunla birlikte yürüyorduk. Yvonne’la...
Eski bale pabuçlarını onaran, vitrininde binlerce Chanson’ların nota kitaplarını teşhir eden Charles’ın kapısının önünde, iki basamağı inen yaşlı kadınla az daha çarpışıyordum. Mahcubiyetim tam gırtlağımın oralarındayken, aynı anda; hem kızgın, hem küçümser, hem dalgın, hem doygun, hem mutsuz ve de birçok hem’leri yüzünde barındıran o kadınla karşılaştım.
Evet... Bu o’ydu.
Dünkü kadın. En son ilkokuldayken, “unutmak” fiilini çektiren o kadın. Hercaî menekşelerin pisliğe ortak ettiği, belki “Chat Noir” kokan o kadın.

Kullandığım pat pudranın tonu kalmamış. Olacak şey mi yani? Koskoca Charles’da da kalmadıysa, nereden bulacağım ben bu lanet şeyi?
“Bekle”dedi. “Bekleyeyim de, gelir mi acaba? Ya bulunmazsa? Ya artık üretmiyorlarsa... İki ton koyusu, siyahla beyazı buluşturabilir mi?
Yaşanacak yer olmaktan çıktı burası. Ah Tevfik, ahhh!...”

“Ahhh...” dedi korkuyla. Kısa saçlı, koca gözlü bir kız, tam basamakların önündeydi. Allahtan atik davranmış, son basamakta durabilmişti. Kız öylece bakıyordu. Yüzündeki derin yarıklar, kırçıl başıyla, adını hatırlayamadığı Fransız ressamın “fener ve martılar” tablosunu anımsatmıştı.
Akşam alacası olmasına rağmen o resimde hiç kırmızı yoktu.
“Gabriel’e inat” dedi.
Düşüncelerinde adamı sordu kadına. Tüm gece Verlain’nı kıskandıran adamı.

Kızın gözleri Adeviye’nin gözlerine benziyordu. Şöyle badem, böyle süzgün... Bu bakışları çok iyi biliyordu ve artık arayan bakışlar istemiyordu... Anlatabilirim belki diye düşündü. Ancak kız anlamsız bakıyordu. Aynı hizmetçi kız gibi.

Allık sürmüş güya haspam!
Anaları gibi rüküşler,
Canın cehenneme bête!”

Bir kadın çizecektim. Ona inat, Gabriel’in istediği gibi kızıl kırmızı.

Ocak 2003
Ankara

1 yorum:

beenmaya dedi ki...

geç kalmışım biraz çok olmuş buraya yazılmayalı ama tam da bu öyküden bir bölüm paylaşmışken haberdar edilmek yine de iyi denk geldi...

http://beenmaya.blogspot.com/2011/07/siyah.html