Aslında bisiklet kullanması yasaktı. Önceleri babası sonra arkadaşları incitmeden uyarmışlardı, ama hiçte umuru değildi açıkçası. Senelerdir bindiği mereti kim yasaklayabilirdi ki? Bayağı da iyi sürüyordu üstelik. Dikiz aynası da kurallara uygun, soldaydı. Sağını hiç bilmemişti zaten.
Feriköy’den aşağılara indin mi, hele de Kireçburnu’na gidiyorsan, zaten sağ aynayı kullanmanın bir anlamı yoktu.
Trafik, çocukluğundan bu yana soldan sağa akardı. Her dar sokağın, denizle özlemi kesiştiğinde, sola dönülmez işareti vardı. Dörtyol ağzında duran, kırk senelik polis Himmet o yüzden görmezlikten gelirdi hep. Ama “bir plaka alsan artık, iyi olur” diye takılmadan da edemezdi. “Ne yapsın o da onun görevi” der, gene de almaz, alamazdı ehliyeti.
Zaten vermezlerdi ki. Sağ gözü görmeyen birine kim -bisiklet bile olsa- ehliyet verirdi?
Sarıyer ekipler amiri, tesadüf, çocukluk arkadaşı Sami’ydi. Ama hiçbir zaman “gel, ehliyetin tamam” dememişti. Onurlu adamdı Sami. Bu zamanda böylesi bulunmazdı, iltiması yoktu hani... Çocuklar da göz yumuyorlardı, “Allah razı” olsundu.
Kırmızı, çift rekorlu Zeppelin, Kireçburnu’nda, yeşil çizgili küçük fenerin hemen önünden sola döndü. Derme çatma kooperatif barakasının önünde durdu.
Babasının pantolonunu giymiş, yoksul kasaba çocuklarını andıran; lacivert balıkçı yaka kazaklı, altmış yaşlarındaki adam barakadakilere bilindik “merhabasını” attı, acelesiz adımlarla küçük barınağın beton yürümeliğine yöneldi. Akıntı nedeniyle diğer sandallardan farklı, ince uzun, boğaz mekiği, Mikdat Usta yapımı sandalların tembelce oynaştıkları, salınımsız deniz suyunda demirli tahtaların birinden atlayıp, karşıdakine sıçradı.
Adı, kendiyle özdeş “KÖR EJDER”, mavi beyaz balıkçı sandalı, sahibine yaltaklanan köpek misali hareketlenmişti.
Danyal’ın onarması için kendisine bıraktığı ağ yığını, baş omuzlukta öylece bekliyordu. “Tühh, ulan” dedi. “Unuttuk işte. Hep bu Nermin’in yüzünden. İki gün evvel; armatör Can Bey, arkadaşları ile barınağa uğramış, onların getirdikleri ve avdan artan kendi balıklarıyla, ısrarlara dayanamayıp elleriyle bir çilingir sofrası donatmış, bu arada bol soğanlı ve acılı pilakiden bir miktar yemiş, iki kadeh sonrası, henüz altı aylık ameliyatlı midesinde dayanılmaz ağrılara neden olmuştu.
Nermin akıllı kadındı. Daha kapıdan girer girmez “Sende bir hal var, ne yedin?” diye sormuş, lafın sonunu beklemeden o bildik yakınmalara başlamış, geceye kadar susmamıştı.
Ertesi gün, yani dün, eski evin içini koyu, yutucu bir sessizlik kaplamıştı. Nermin iyi kadındı. “Beni düşünüyor tabii, haklı zavallıcık” dedi.
O kötü günlerde, hastane köşelerinde, üzerinde bazen günlerce aynı elbise ile Beyaz plastik bir sandalye üzerinde, başucunda nöbet tutmuştu. “Bu kadar badireden sonra hiç olacak şey mi? Oldu be ya, oldu işte. Durmuyor ki bu meret” dedi, işaret parmağını gırtlağına vurarak.
Nermin’i düşünmekten, dün canı hiçbir şey yapmak istememiş, barınaktan Naci’nin, betona çekip, zımpara yaptığı sandalın hemen karşısında öylece oturmuş, eski günleri düşünmüştü. Ama ne Danyal ne de ağlar aklına gelmişti. Usulca, yanında kedi misali oturan yanaşma pelikanın gıdığını okşadı.
Zımparadan yorulan Naci azıcık doğrulmuş, ona bakarken en az elli metre arkasındaki banklardan birinde oturan genç kızı ancak o zaman fark etmişti. Üzerinde siyah bir pantolon, pahalı olduğu her halinden belli olan bir mont ve boynunda yeşil bir atkı vardı.
“Bu, dün de buradaydı” diye düşündü.
Kız öylece oturuyor, kendisini seyrediyor, elindeki - sonradan fark ettiği - büyücek bir deftere bir şeyler çiziyordu. Nedensiz bir huzursuzluk kaplamıştı içini. Aniden kalktı. Banka doğru yürüdü. Başıyla selam verdi. Kız, kopya çekerken yakalanmış ilkokul talebeleri gibi kızarmıştı. Defter elinde açık, öylece duruyordu.
Tüp gazın önünde düşünürken, sandalların arasında otururken, elinde bir bardakla kahkahalarla gülerken, tek gözüyle denize bakarken ve bunlar gibi bir sürü kendisi, açık sayfalardan şimdi kendisine bakıyordu.
Kız, utanarak “Merhaba” dedi. “Özür dilerim, izin almalıydım. Ama öyle ani oldu ki, kaptırmışım kendimi.”
Hiç cevap vermedi. Gözleri hâlâ bir fotoğraf kadar kendisine benzeyen adamlardaydı.
“Dönem ödevim. Ben güzel sanatlar öğrencisiyim. Değişik bir şeyler olsun istedim sanırım. Siz de, bana ve desen hocama göre oldukça farklısınız ” dedi kızararak.
Anlamış gibi kafa salladı.
Kız , “Eğer izin verirseniz, ben buradan sizi rahatsız etmeden çizerim.” dedi. Sonra, “Portrenizi de çizebilirim, yani başınızı demek istedim. Şayet rahatsız olmazsanız” diye ekledi.
Gözleri - tek gözü - kızın yeşil atkısındaydı. “ Olur ” dedi kısaca. “Hadi, yanıma gel ve devam et...”
Birlikte, aşağıya barınağa indiler. Pelikan, beyazdan griye dönmüş parlak tereklerini kabartarak yeniden yanlarına gelmişti.
“Onu bir köpek ya da kedi gibi sevmek lazım. Bu da yanımızda değişti işte. Besleriz her gün. Kaç kere götürüp, açığa bıraktık ama her seferinde geri döndü. Bakma sen, akıllı aslında. Kuş aklı falan değil yani. Ekmek elden balık bizden, gider mi hiç kerata. Seneler evveli kanadı yaralı bulduk açıkta, nah oradaki Naci tutup getirdi. Geliş o geliş. Teneşire kadar mayna…” dedi.
Kız bu arada pelikanın yanı başındaki haliyle çizivermişti kendini. Bir iki poz daha çizdikten sonra defteri kapatmış, “ Eskiden beri burada mısınız?” diye sormuştu.
“Kendimi bildim bileli” diye cevap verdi. “Ne güzeldi eskiden buraları. Sen nereden bileceksin tabii... Balıkçıların çoğu Rum’du. O zamanlar kendi aralarında Rumca konuşurlar, bizden birileri oldu mu her hecede bir s sesi çıkararak komik, aynı zamanda şiir gibi bir Türkçeye başlarlardı.
Okuldan çıktıktan sonra, soluğu küçük balıkhanede alırdım. Kalın yünlü pantolonlarının altına giydikleri, neredeyse birer kilo olan lastik çizmeleri ile hepsi erişilmez bir masal kahramanı, uzak denizlerin birer Abraham’ıydı bana göre.
Asil bir duruşu vardı hepsinin. Tertemiz evleri, o evlerde; saksılarda yetişen bir sürü fesleğenlerin ellendikçe ortalığa yaydıkları baygın kokuları arasında dantel ören, memelerine kadar açık gerdanlarının ortasında, çeşit çeşit istavrozları bulunan etli butlu karıları onları beklerlerdi.
Yamaca yakın Rum okuluna giden bir sürü çocukları vardı. Mahalleden en iyi arkadaşım Dimitri’ydi. Fasulye pilakisini ilk defa onlarda yemiştim. Hem beyaz fasulyeydi, hem içinde diş diş sarımsaklar vardı, hem de sıcaktı. Yüzümdeki şaşkın ifadeye, anası dakikalarca katıla katıla gülmüştü.
Anasının adı Beatriki’ydi.
Beatriki!
Ne güzel gülüşü vardı. Koca gözlerine gölge yapan kirpikleri hep boyalı, hep tel teldi. Bebek pembesi dudaklarını genelde konuşmaya başlamadan şöyle bir yalar, ışıl ışıl “Nasılsın küçük kuzum” derdi. Dis donc tu vas bien?
Küçük istavritler onun ellerinde yeniden can bulurdu sanki.
Bir pazar günü Vasili’nin eve gönderdiği balıkları hazırlamak için mutfağa geçmiş, balık en iyi nasıl kızartılır dersi vermişti.
“Dinle kuzucuğum, bunlar olta balığı değil, o yüzden akşama yiyebiliriz. Ama amca Vasili olta tutsaydı, yarını bekleyecektik. Çünkü olta balıkları diri olur, hemen kızartmamalı.” dedi. Sonra balıkları; Dimitri’nin avludaki kuyudan çektiği buz gibi iki kova su ile yıkadı. Bol tuzladı.
“Su soğuk, çok soğuk olmalı. Tuzu da çok olmalı, olursa deniz suyuyla yıkarsan daha iyi. İçlerini de iyi yıkamalısın. Siyah artıklar olmayacak, yoksa balıklar acır ” dedi.
Pür dikkat dinliyorduk.
Akşam postasının iç sayfasını tezgâha serdi, unladı. Sularını silkelediği balıkları unlayıp, başka bir gazetenin üzerine verevine sıraladı. Kuzinanın üzerinde iyice kararmış balık tavası, siyah, kızgın bir erkek kedi gibi gurulduyordu. Yirmi, yirmi beş adet balığı tavaya attı. “Bak kuzucuğum, yağ çok olacak. Yani nasıl? Balığın sırtı yere gelmeyecek, ateşle oyun oynayacak sağa sola. Anladın?” dedi.
Uzun maşası öyle uzundu ki, yarım metre geriden bile balıkları elleyebiliyordu. Sıçrayan, yaltaklanan ve acıtan yağ damlalarından korunuyordu böylece. Elinde maşası, Orlando’nun kadınıydı sanki.
Renk yitiren, yiten bir akşam alacası gibi kararan balıkları bir bir topladı. En son kalan balığı inatla almıyordu. “Yanıyor” diye bir çığlık koptu hançeremden. “Yanmaz!” dedi.
Sakindi. Bir iki yeni balığı tavaya attıktan sonra, pembe-kara olan sonuncuyu alıverdi. Diğerlerini atmaya devam etti. Unlu ellerini kanaviçe işlemeli, beyaz peştamalına sildi.
“Korktun?” diye sordu. “Korkma kuzucuğum. Unutma! Yağ on saniyede yanar. Eğer tavadaki tüm balıkları birden alırsan; altın sarısı, çiğdem turuncusu, canım yağı yakıverirsiz. Sonra balık yağ olur, tatsız olur.” dedi.
Hayatımda yediğim en lezzetli balıktı onlar. Beatriki’nin elinden...
Gözleri ileri bakıyordu. Onca olta kancasından çatlamış parmakları, sanki yaş gelmiş gibi sıvazladı yüzünü. Naci, suyla ıslanmış on numara zımparayı bir kenara bırakmış koca gerdanlı pelikanı seviyordu.
Yeşil atkılı kız ilgiyle dinliyordu.
“Ahh... Beatriki” dedi, bir iç geçirdi yeniden. “Onun küçük kuzusuydum. Doğuştan kör olan gözüme efkârlıca bakardı.
Dimitri’nin anlattığına göre, kızken bir martısı varmış. O da görmezmiş ben gibi. Bu yüzden karadan fazla uzaklaşmaz, kırmızı fenerin hemen ilerilerinde bir dalar, çoğu boş çıkarmış. Beatriki’nin babası bulmuş, dik bir kayanın bitiminde. Sağ taraftan yanaştığından ürkmemiş ilkten. Sonra elinden balık artığı yemeye alışmış. Babasını takip edip çamlığın arkalarına kadar sokulup eve misafir olmuş.
Beatriki, her balık dönüşünde ev artıkları ile beslemiş onu. Öyle semirmiş ki adını Puplika koymuş.
Dimitri’nin babası Vasili ise tüm balıkçıların en irisi, en yakışıklısıydı. Kara gözleri, yay gibi kaşları, duru beyaz teni, bir kızılcık tanesini ortadan ayırıp da sürmüşçesine kırmızı dudakları vardı. Hayrandım ona. Yıllar sonra arkadaşım Süleyman’la cenazesinde yan yanaydık. Boğulduğunda, her şeyden çok sevdiği denizle öylesine kucaklaşmıştı ki, normal Rum tabutlarına sığmamış, cenazeci Georg bir boy büyük tabut yapmak zorunda kalmıştı. Şanına yaraşır şekilde gömüldü rahmetli.” dedi.
Yeşil atkılı kız, “Vasili, vurgun falan mı yedi?” diye sordu.
Öylesi içten bir gülme krizine tutulmuştu ki, horozibiğini andırır koca kulak memeleri coşkusuna eşlik edercesine sallanıyordu.
“Ahh, zamane gençleri, tüm balıkçıların vurgundan öldüğünü zannederler. Süngerin Marmara’da avlanmadığını nereden bilsinler. Ancak Türk filmlerinden gördükleri yakışıklı esas oğlan, bir gece ava gider ve gelmez, esas kız da onu bekler sahilde günlerce... İşte, tüm balıkçıların hikâyesi budur onlara göre...” diye düşündü.
Neden sonra; “Hayır, Vasili keyifli bir av sonrası zom olup tekneden düşüp boğuldu. Herkes o kadar sarhoştu ki yokluğunu ancak sabah ayıldıklarında Süleyman fark etmişti.” dedi.
Kız, “Süleyman kim? Arkadaşınız mı?” diye sordu.
“Evet, adalıdır o. Delikanlıyken geldi bizim buraya. Amcası İnhisarlar İdaresinde, şimdiki adıyla Tekel’de başmabeyinciydi.
Faik Bey; yani amcası ailenin diğer fertleri gibi adada kalmamış, İstanbul’a gelmiş ve burada evlenmişti. Onların yanında kaldı uzunca süre. Sonra Faik Bey, Denizcilik Bankası’ndan arkadaşı ruh doktoru -rahmet olsun- Ertuğrul Beye rica edip Şehir Hatlarına çımacı aldırdı.
Aslında gâvur ellerine gidecek imkânı vardı ama istemedi. Marmara tatlı geldi sanırım, ya da korkuyordu. Ancak orasını bilmiyorum. Hiç konuşmadık bu konuyu.
Uzak denizleri iyi bilirdi. Bir sürü kitap okuyordu. Ertuğrul Beyden alıyormuş kitapları. Siyah ciltliydi hepsi. Renk renk haritalar vardı içlerinde. Tertemizlerdi. Birkaç sene sonra çarkçıbaşı yanına aldı. Ardından ikinci kaptanlık verdiler. O yüzden vefa borcu bilirdi ona ve ailesine. Sonra bir gün ansızın “ Ben adaya dönecem” dedi.
Şaşırdık.
Ve bir bahar akşamında gitti.
“Duyduk ki evlenmiş bir kızla. Üç dört sene sonra adaya gittim. Hep anlattığı kuzey denizlerinin lacivertliğinde bakan, adalı bir kızla evlenmişti. Koca gözleri ışıl ışıldı.
İşte o zaman anladım ki, Süleyman aslında bizden farklıydı. Deniz rengi gözlü karısı yemek yapmıştı o gece. Deniz adamıydım ve böylesi güzel bir eti orada, hayatımda ilk defa rosto denilen şeyi orada yedim.” dedi.
Duygulanmıştı. Kaba ellerini koyacak bir yer bulamadı ilkten. Balıkçı yüzünün karaya vurmuş bir özlemiydi belki tüm sözleri. Süleyman’da doyurduğu aşkıydı sanki Safiye’nin deniz gözleri ya da Beatriki’nin puplikası.
Kadınlardan yana şanssızdı. Birine ömrünce sahip olamamış diğerini ise hayal bile edememişti. “Süleyman şanslı herifti ” dedi. Sustu.
Yeşil atkılı kız bir ona, bir elindeki kaleme bakıyordu. Uzun bir sessizlik oldu.
Nermin’i düşündü. Vefakâr Nermin’ini. Dikleşti. Dalgın pelikanın gıdığını okşadı. Sonra “ İyi ki buradayım. İyi ki Nermin var, iyi ki şu biçare buraya sığındı. Yoksa senin gibi biri beni nereden bulurdu?” dedi. Gülümsedi.
Kız, kalemlerini teneke kutusuna yerleştiriyordu.
“Bitince bir tane de bana gönder, ” dedi.
Midesi acıyordu. Nermin bir çaresine bakar diye düşünerek evin yolunu tuttu. Zeppelin marka bisiklet barınağın kenarına dayalı duruyordu.
Haziran 2002
Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder