10 Mayıs 2010 Pazartesi
BİR LODOS GÜNCESİ
“Alice harikalar diyarın’da”yı bilirmisin sen? Ya, orada hep kontesin partisine yetişmeye çalışan frak giymiş tavşanı hatırlıyor musun? Boynunda kocaman çalar saati asılı, ha bire bir yerlere koşturan, ama hiçbir zaman o partiye yetişemeyen, kim bilir belki de yetişmek istemeyen tavşanı?
“Vaktim yok, vaktim yok. Çok geç kaldım çok geç!”
Gizemli aşk şehri, ta ezelden beri.
Benim için anlamını sadece martılara teslim eden, korunmasız bir çocuk ama bir o kadar da işveli, çılgınca sevilen ve belli edilmeyen bir lodos şehri.
“Tarih not etmek ancak mazisinden korkanlar içindir” dediğimde yine de bir tarih atmıştım ilk öyküme. Ama gerçek miydi ya da ne gerçek ne yalandı bilmiyorum şimdilerde.
Sadece seni hatırlıyorum, ıslak bir umarsızlığın içinde kaybolmuş beni bulmayı değil, sadece olduğum gibi görünen beni bulmaya çalışan seni görüyorum.
Hava lodos, dışarıda yağmur. Bir otel odası İstanbu’lda… Sanıyorum yaşamaktan korkuyordum. Hayatımı kıt bir kaynakmış gibi iradeli harcamak istemiyordum. Ürkek bir yaşamdı benimkisi. Kendini tutmak, geri çekilmek… Hep böyle yapmıştım ve bu önemliydi.
Ama o gece, gizin karmaşıklığı, tümüyle bambaşkaydı. Aynanın öbür tarafından bana açılan saklı yerdin. Pürüzsüz bir yüzeye dokunurken parmaklarım ve buna bağlı ruhum gömülerek öte tarafa geçti. Ayna gibi. Kendimi görüyordum, seni görüyordum, ikimizi, birimizi, hiçbirimizi. Bilmiyordum. Belki bilmem de gerekmiyordu.
Beni, her öptüğünde ayna buğulanıyor. Ve ben düşünmeyi bırakıyorum. Senin içinde ve yine içinde saklı olan mekânda sadece olmak istiyorum. Sorgu sual olmaksızın, istediğin zaman gelip gitmekte özgür olmanı istediğim bir ütopya yaratmak istiyorum belki de. Bilmiyorum.
Ben hiç bilmediğim şeyler yaşıyorum.
Tarih atmak istiyorum bunların hepsine. Ama kırık bir şekilde bir yerlerde kalır ve sonrasında üzülürüm diye hiç düşünmemeye çalışıyorum. Sadece susuyorum. Zira üstün bir bilge değilim ben. O kadar çok yanlış yapan ben, “bunun böyle yapılması gerekiyor” diyebilecek konumda değilim.
Sadece seni beni uzunlamasına kesip bir bütün olarak nasıl görüneceğini düşünüyorum. Belki de zaman, dikey olarak üst üste yığılıyor. Belki geçmiş ve gelecek yoktur. Sadece eş zamanlı gerçeklik kavramı vardır. Zamanı geri döndürebilseydim eğer seninle olurdum. Ve bunu yapmayı her şeyden çok istiyorum. Sanırım başaracağım. Ancak yardımın gerekiyor.
Bana neler yapıyorsun?
Yüzünle, bedeninle, yürürken, uzanırken, yemek yerken, aşkın silueti oluverdin. Sana dokunduğumda, senden daha derin şeylere dokunduğumu hissediyorum. Bu da benim derinim işte…..
Galiba şunu biliyorum ki; sevgim ne kadar uysalsa, sevgi olmaktan o kadar uzak bir şeydir. İşte bu yüzden eğer neden sakin bir sevgin yok dersen, “seni sakin sevmenin, seni hiç sevmemek” olduğunu söyleyebilirim.
Sadece bilinen İstanbul lodosu, Islak martılar ve sarhoş balığın açmazı olacak hayatımızda!
“Vaktim yok, vaktim yok. Çok geç kaldım çok geç!”
***
İstanbul…Gizemli aşk şehri, ta ezelden beri.
Benim için anlamını sadece martılara teslim eden, korunmasız bir çocuk ama bir o kadar da işveli, çılgınca sevilen ve belli edilmeyen bir lodos şehri.
“Tarih not etmek ancak mazisinden korkanlar içindir” dediğimde yine de bir tarih atmıştım ilk öyküme. Ama gerçek miydi ya da ne gerçek ne yalandı bilmiyorum şimdilerde.
Sadece seni hatırlıyorum, ıslak bir umarsızlığın içinde kaybolmuş beni bulmayı değil, sadece olduğum gibi görünen beni bulmaya çalışan seni görüyorum.
***
Ama o gece, gizin karmaşıklığı, tümüyle bambaşkaydı. Aynanın öbür tarafından bana açılan saklı yerdin. Pürüzsüz bir yüzeye dokunurken parmaklarım ve buna bağlı ruhum gömülerek öte tarafa geçti. Ayna gibi. Kendimi görüyordum, seni görüyordum, ikimizi, birimizi, hiçbirimizi. Bilmiyordum. Belki bilmem de gerekmiyordu.
Beni, her öptüğünde ayna buğulanıyor. Ve ben düşünmeyi bırakıyorum. Senin içinde ve yine içinde saklı olan mekânda sadece olmak istiyorum. Sorgu sual olmaksızın, istediğin zaman gelip gitmekte özgür olmanı istediğim bir ütopya yaratmak istiyorum belki de. Bilmiyorum.
Ben hiç bilmediğim şeyler yaşıyorum.
Tarih atmak istiyorum bunların hepsine. Ama kırık bir şekilde bir yerlerde kalır ve sonrasında üzülürüm diye hiç düşünmemeye çalışıyorum. Sadece susuyorum. Zira üstün bir bilge değilim ben. O kadar çok yanlış yapan ben, “bunun böyle yapılması gerekiyor” diyebilecek konumda değilim.
Sadece seni beni uzunlamasına kesip bir bütün olarak nasıl görüneceğini düşünüyorum. Belki de zaman, dikey olarak üst üste yığılıyor. Belki geçmiş ve gelecek yoktur. Sadece eş zamanlı gerçeklik kavramı vardır. Zamanı geri döndürebilseydim eğer seninle olurdum. Ve bunu yapmayı her şeyden çok istiyorum. Sanırım başaracağım. Ancak yardımın gerekiyor.
Bana neler yapıyorsun?
Yüzünle, bedeninle, yürürken, uzanırken, yemek yerken, aşkın silueti oluverdin. Sana dokunduğumda, senden daha derin şeylere dokunduğumu hissediyorum. Bu da benim derinim işte…..
Galiba şunu biliyorum ki; sevgim ne kadar uysalsa, sevgi olmaktan o kadar uzak bir şeydir. İşte bu yüzden eğer neden sakin bir sevgin yok dersen, “seni sakin sevmenin, seni hiç sevmemek” olduğunu söyleyebilirim.
***
9 Mayıs 2010 Pazar
KÖR EJDER
Sarı krizantemler gri ile buluşmuştu. Arkası yamaca dayalı tek katlı evin paslı parmaklıklarla çevrilmiş bahçe kapısını, her zamanki saatte ardına kadar açmış, Zeppelin marka çift rekorlu bisikleti almış, aynı gençliğindeki gibi sol yandan pedal çevirerek yüz metre gitmiş ve seleye oturmuştu.
Aslında bisiklet kullanması yasaktı. Önceleri babası sonra arkadaşları incitmeden uyarmışlardı, ama hiçte umuru değildi açıkçası. Senelerdir bindiği mereti kim yasaklayabilirdi ki? Bayağı da iyi sürüyordu üstelik. Dikiz aynası da kurallara uygun, soldaydı. Sağını hiç bilmemişti zaten.
Feriköy’den aşağılara indin mi, hele de Kireçburnu’na gidiyorsan, zaten sağ aynayı kullanmanın bir anlamı yoktu.
Trafik, çocukluğundan bu yana soldan sağa akardı. Her dar sokağın, denizle özlemi kesiştiğinde, sola dönülmez işareti vardı. Dörtyol ağzında duran, kırk senelik polis Himmet o yüzden görmezlikten gelirdi hep. Ama “bir plaka alsan artık, iyi olur” diye takılmadan da edemezdi. “Ne yapsın o da onun görevi” der, gene de almaz, alamazdı ehliyeti.
Zaten vermezlerdi ki. Sağ gözü görmeyen birine kim -bisiklet bile olsa- ehliyet verirdi?
Sarıyer ekipler amiri, tesadüf, çocukluk arkadaşı Sami’ydi. Ama hiçbir zaman “gel, ehliyetin tamam” dememişti. Onurlu adamdı Sami. Bu zamanda böylesi bulunmazdı, iltiması yoktu hani... Çocuklar da göz yumuyorlardı, “Allah razı” olsundu.
Kırmızı, çift rekorlu Zeppelin, Kireçburnu’nda, yeşil çizgili küçük fenerin hemen önünden sola döndü. Derme çatma kooperatif barakasının önünde durdu.
Babasının pantolonunu giymiş, yoksul kasaba çocuklarını andıran; lacivert balıkçı yaka kazaklı, altmış yaşlarındaki adam barakadakilere bilindik “merhabasını” attı, acelesiz adımlarla küçük barınağın beton yürümeliğine yöneldi. Akıntı nedeniyle diğer sandallardan farklı, ince uzun, boğaz mekiği, Mikdat Usta yapımı sandalların tembelce oynaştıkları, salınımsız deniz suyunda demirli tahtaların birinden atlayıp, karşıdakine sıçradı.
Adı, kendiyle özdeş “KÖR EJDER”, mavi beyaz balıkçı sandalı, sahibine yaltaklanan köpek misali hareketlenmişti.
Danyal’ın onarması için kendisine bıraktığı ağ yığını, baş omuzlukta öylece bekliyordu. “Tühh, ulan” dedi. “Unuttuk işte. Hep bu Nermin’in yüzünden. İki gün evvel; armatör Can Bey, arkadaşları ile barınağa uğramış, onların getirdikleri ve avdan artan kendi balıklarıyla, ısrarlara dayanamayıp elleriyle bir çilingir sofrası donatmış, bu arada bol soğanlı ve acılı pilakiden bir miktar yemiş, iki kadeh sonrası, henüz altı aylık ameliyatlı midesinde dayanılmaz ağrılara neden olmuştu.
Nermin akıllı kadındı. Daha kapıdan girer girmez “Sende bir hal var, ne yedin?” diye sormuş, lafın sonunu beklemeden o bildik yakınmalara başlamış, geceye kadar susmamıştı.
Ertesi gün, yani dün, eski evin içini koyu, yutucu bir sessizlik kaplamıştı. Nermin iyi kadındı. “Beni düşünüyor tabii, haklı zavallıcık” dedi.
O kötü günlerde, hastane köşelerinde, üzerinde bazen günlerce aynı elbise ile Beyaz plastik bir sandalye üzerinde, başucunda nöbet tutmuştu. “Bu kadar badireden sonra hiç olacak şey mi? Oldu be ya, oldu işte. Durmuyor ki bu meret” dedi, işaret parmağını gırtlağına vurarak.
Nermin’i düşünmekten, dün canı hiçbir şey yapmak istememiş, barınaktan Naci’nin, betona çekip, zımpara yaptığı sandalın hemen karşısında öylece oturmuş, eski günleri düşünmüştü. Ama ne Danyal ne de ağlar aklına gelmişti. Usulca, yanında kedi misali oturan yanaşma pelikanın gıdığını okşadı.
Zımparadan yorulan Naci azıcık doğrulmuş, ona bakarken en az elli metre arkasındaki banklardan birinde oturan genç kızı ancak o zaman fark etmişti. Üzerinde siyah bir pantolon, pahalı olduğu her halinden belli olan bir mont ve boynunda yeşil bir atkı vardı.
“Bu, dün de buradaydı” diye düşündü.
Kız öylece oturuyor, kendisini seyrediyor, elindeki - sonradan fark ettiği - büyücek bir deftere bir şeyler çiziyordu. Nedensiz bir huzursuzluk kaplamıştı içini. Aniden kalktı. Banka doğru yürüdü. Başıyla selam verdi. Kız, kopya çekerken yakalanmış ilkokul talebeleri gibi kızarmıştı. Defter elinde açık, öylece duruyordu.
Tüp gazın önünde düşünürken, sandalların arasında otururken, elinde bir bardakla kahkahalarla gülerken, tek gözüyle denize bakarken ve bunlar gibi bir sürü kendisi, açık sayfalardan şimdi kendisine bakıyordu.
Kız, utanarak “Merhaba” dedi. “Özür dilerim, izin almalıydım. Ama öyle ani oldu ki, kaptırmışım kendimi.”
Hiç cevap vermedi. Gözleri hâlâ bir fotoğraf kadar kendisine benzeyen adamlardaydı.
“Dönem ödevim. Ben güzel sanatlar öğrencisiyim. Değişik bir şeyler olsun istedim sanırım. Siz de, bana ve desen hocama göre oldukça farklısınız ” dedi kızararak.
Anlamış gibi kafa salladı.
Kız , “Eğer izin verirseniz, ben buradan sizi rahatsız etmeden çizerim.” dedi. Sonra, “Portrenizi de çizebilirim, yani başınızı demek istedim. Şayet rahatsız olmazsanız” diye ekledi.
Gözleri - tek gözü - kızın yeşil atkısındaydı. “ Olur ” dedi kısaca. “Hadi, yanıma gel ve devam et...”
Birlikte, aşağıya barınağa indiler. Pelikan, beyazdan griye dönmüş parlak tereklerini kabartarak yeniden yanlarına gelmişti.
“Onu bir köpek ya da kedi gibi sevmek lazım. Bu da yanımızda değişti işte. Besleriz her gün. Kaç kere götürüp, açığa bıraktık ama her seferinde geri döndü. Bakma sen, akıllı aslında. Kuş aklı falan değil yani. Ekmek elden balık bizden, gider mi hiç kerata. Seneler evveli kanadı yaralı bulduk açıkta, nah oradaki Naci tutup getirdi. Geliş o geliş. Teneşire kadar mayna…” dedi.
Kız bu arada pelikanın yanı başındaki haliyle çizivermişti kendini. Bir iki poz daha çizdikten sonra defteri kapatmış, “ Eskiden beri burada mısınız?” diye sormuştu.
“Kendimi bildim bileli” diye cevap verdi. “Ne güzeldi eskiden buraları. Sen nereden bileceksin tabii... Balıkçıların çoğu Rum’du. O zamanlar kendi aralarında Rumca konuşurlar, bizden birileri oldu mu her hecede bir s sesi çıkararak komik, aynı zamanda şiir gibi bir Türkçeye başlarlardı.
Okuldan çıktıktan sonra, soluğu küçük balıkhanede alırdım. Kalın yünlü pantolonlarının altına giydikleri, neredeyse birer kilo olan lastik çizmeleri ile hepsi erişilmez bir masal kahramanı, uzak denizlerin birer Abraham’ıydı bana göre.
Asil bir duruşu vardı hepsinin. Tertemiz evleri, o evlerde; saksılarda yetişen bir sürü fesleğenlerin ellendikçe ortalığa yaydıkları baygın kokuları arasında dantel ören, memelerine kadar açık gerdanlarının ortasında, çeşit çeşit istavrozları bulunan etli butlu karıları onları beklerlerdi.
Yamaca yakın Rum okuluna giden bir sürü çocukları vardı. Mahalleden en iyi arkadaşım Dimitri’ydi. Fasulye pilakisini ilk defa onlarda yemiştim. Hem beyaz fasulyeydi, hem içinde diş diş sarımsaklar vardı, hem de sıcaktı. Yüzümdeki şaşkın ifadeye, anası dakikalarca katıla katıla gülmüştü.
Anasının adı Beatriki’ydi.
Beatriki!
Ne güzel gülüşü vardı. Koca gözlerine gölge yapan kirpikleri hep boyalı, hep tel teldi. Bebek pembesi dudaklarını genelde konuşmaya başlamadan şöyle bir yalar, ışıl ışıl “Nasılsın küçük kuzum” derdi. Dis donc tu vas bien?
Küçük istavritler onun ellerinde yeniden can bulurdu sanki.
Bir pazar günü Vasili’nin eve gönderdiği balıkları hazırlamak için mutfağa geçmiş, balık en iyi nasıl kızartılır dersi vermişti.
“Dinle kuzucuğum, bunlar olta balığı değil, o yüzden akşama yiyebiliriz. Ama amca Vasili olta tutsaydı, yarını bekleyecektik. Çünkü olta balıkları diri olur, hemen kızartmamalı.” dedi. Sonra balıkları; Dimitri’nin avludaki kuyudan çektiği buz gibi iki kova su ile yıkadı. Bol tuzladı.
“Su soğuk, çok soğuk olmalı. Tuzu da çok olmalı, olursa deniz suyuyla yıkarsan daha iyi. İçlerini de iyi yıkamalısın. Siyah artıklar olmayacak, yoksa balıklar acır ” dedi.
Pür dikkat dinliyorduk.
Akşam postasının iç sayfasını tezgâha serdi, unladı. Sularını silkelediği balıkları unlayıp, başka bir gazetenin üzerine verevine sıraladı. Kuzinanın üzerinde iyice kararmış balık tavası, siyah, kızgın bir erkek kedi gibi gurulduyordu. Yirmi, yirmi beş adet balığı tavaya attı. “Bak kuzucuğum, yağ çok olacak. Yani nasıl? Balığın sırtı yere gelmeyecek, ateşle oyun oynayacak sağa sola. Anladın?” dedi.
Uzun maşası öyle uzundu ki, yarım metre geriden bile balıkları elleyebiliyordu. Sıçrayan, yaltaklanan ve acıtan yağ damlalarından korunuyordu böylece. Elinde maşası, Orlando’nun kadınıydı sanki.
Renk yitiren, yiten bir akşam alacası gibi kararan balıkları bir bir topladı. En son kalan balığı inatla almıyordu. “Yanıyor” diye bir çığlık koptu hançeremden. “Yanmaz!” dedi.
Sakindi. Bir iki yeni balığı tavaya attıktan sonra, pembe-kara olan sonuncuyu alıverdi. Diğerlerini atmaya devam etti. Unlu ellerini kanaviçe işlemeli, beyaz peştamalına sildi.
“Korktun?” diye sordu. “Korkma kuzucuğum. Unutma! Yağ on saniyede yanar. Eğer tavadaki tüm balıkları birden alırsan; altın sarısı, çiğdem turuncusu, canım yağı yakıverirsiz. Sonra balık yağ olur, tatsız olur.” dedi.
Hayatımda yediğim en lezzetli balıktı onlar. Beatriki’nin elinden...
Gözleri ileri bakıyordu. Onca olta kancasından çatlamış parmakları, sanki yaş gelmiş gibi sıvazladı yüzünü. Naci, suyla ıslanmış on numara zımparayı bir kenara bırakmış koca gerdanlı pelikanı seviyordu.
Yeşil atkılı kız ilgiyle dinliyordu.
“Ahh... Beatriki” dedi, bir iç geçirdi yeniden. “Onun küçük kuzusuydum. Doğuştan kör olan gözüme efkârlıca bakardı.
Dimitri’nin anlattığına göre, kızken bir martısı varmış. O da görmezmiş ben gibi. Bu yüzden karadan fazla uzaklaşmaz, kırmızı fenerin hemen ilerilerinde bir dalar, çoğu boş çıkarmış. Beatriki’nin babası bulmuş, dik bir kayanın bitiminde. Sağ taraftan yanaştığından ürkmemiş ilkten. Sonra elinden balık artığı yemeye alışmış. Babasını takip edip çamlığın arkalarına kadar sokulup eve misafir olmuş.
Beatriki, her balık dönüşünde ev artıkları ile beslemiş onu. Öyle semirmiş ki adını Puplika koymuş.
Dimitri’nin babası Vasili ise tüm balıkçıların en irisi, en yakışıklısıydı. Kara gözleri, yay gibi kaşları, duru beyaz teni, bir kızılcık tanesini ortadan ayırıp da sürmüşçesine kırmızı dudakları vardı. Hayrandım ona. Yıllar sonra arkadaşım Süleyman’la cenazesinde yan yanaydık. Boğulduğunda, her şeyden çok sevdiği denizle öylesine kucaklaşmıştı ki, normal Rum tabutlarına sığmamış, cenazeci Georg bir boy büyük tabut yapmak zorunda kalmıştı. Şanına yaraşır şekilde gömüldü rahmetli.” dedi.
Yeşil atkılı kız, “Vasili, vurgun falan mı yedi?” diye sordu.
Öylesi içten bir gülme krizine tutulmuştu ki, horozibiğini andırır koca kulak memeleri coşkusuna eşlik edercesine sallanıyordu.
“Ahh, zamane gençleri, tüm balıkçıların vurgundan öldüğünü zannederler. Süngerin Marmara’da avlanmadığını nereden bilsinler. Ancak Türk filmlerinden gördükleri yakışıklı esas oğlan, bir gece ava gider ve gelmez, esas kız da onu bekler sahilde günlerce... İşte, tüm balıkçıların hikâyesi budur onlara göre...” diye düşündü.
Neden sonra; “Hayır, Vasili keyifli bir av sonrası zom olup tekneden düşüp boğuldu. Herkes o kadar sarhoştu ki yokluğunu ancak sabah ayıldıklarında Süleyman fark etmişti.” dedi.
Kız, “Süleyman kim? Arkadaşınız mı?” diye sordu.
“Evet, adalıdır o. Delikanlıyken geldi bizim buraya. Amcası İnhisarlar İdaresinde, şimdiki adıyla Tekel’de başmabeyinciydi.
Faik Bey; yani amcası ailenin diğer fertleri gibi adada kalmamış, İstanbul’a gelmiş ve burada evlenmişti. Onların yanında kaldı uzunca süre. Sonra Faik Bey, Denizcilik Bankası’ndan arkadaşı ruh doktoru -rahmet olsun- Ertuğrul Beye rica edip Şehir Hatlarına çımacı aldırdı.
Aslında gâvur ellerine gidecek imkânı vardı ama istemedi. Marmara tatlı geldi sanırım, ya da korkuyordu. Ancak orasını bilmiyorum. Hiç konuşmadık bu konuyu.
Uzak denizleri iyi bilirdi. Bir sürü kitap okuyordu. Ertuğrul Beyden alıyormuş kitapları. Siyah ciltliydi hepsi. Renk renk haritalar vardı içlerinde. Tertemizlerdi. Birkaç sene sonra çarkçıbaşı yanına aldı. Ardından ikinci kaptanlık verdiler. O yüzden vefa borcu bilirdi ona ve ailesine. Sonra bir gün ansızın “ Ben adaya dönecem” dedi.
Şaşırdık.
Ve bir bahar akşamında gitti.
“Duyduk ki evlenmiş bir kızla. Üç dört sene sonra adaya gittim. Hep anlattığı kuzey denizlerinin lacivertliğinde bakan, adalı bir kızla evlenmişti. Koca gözleri ışıl ışıldı.
İşte o zaman anladım ki, Süleyman aslında bizden farklıydı. Deniz rengi gözlü karısı yemek yapmıştı o gece. Deniz adamıydım ve böylesi güzel bir eti orada, hayatımda ilk defa rosto denilen şeyi orada yedim.” dedi.
Duygulanmıştı. Kaba ellerini koyacak bir yer bulamadı ilkten. Balıkçı yüzünün karaya vurmuş bir özlemiydi belki tüm sözleri. Süleyman’da doyurduğu aşkıydı sanki Safiye’nin deniz gözleri ya da Beatriki’nin puplikası.
Kadınlardan yana şanssızdı. Birine ömrünce sahip olamamış diğerini ise hayal bile edememişti. “Süleyman şanslı herifti ” dedi. Sustu.
Yeşil atkılı kız bir ona, bir elindeki kaleme bakıyordu. Uzun bir sessizlik oldu.
Nermin’i düşündü. Vefakâr Nermin’ini. Dikleşti. Dalgın pelikanın gıdığını okşadı. Sonra “ İyi ki buradayım. İyi ki Nermin var, iyi ki şu biçare buraya sığındı. Yoksa senin gibi biri beni nereden bulurdu?” dedi. Gülümsedi.
Kız, kalemlerini teneke kutusuna yerleştiriyordu.
“Bitince bir tane de bana gönder, ” dedi.
Midesi acıyordu. Nermin bir çaresine bakar diye düşünerek evin yolunu tuttu. Zeppelin marka bisiklet barınağın kenarına dayalı duruyordu.
Aslında bisiklet kullanması yasaktı. Önceleri babası sonra arkadaşları incitmeden uyarmışlardı, ama hiçte umuru değildi açıkçası. Senelerdir bindiği mereti kim yasaklayabilirdi ki? Bayağı da iyi sürüyordu üstelik. Dikiz aynası da kurallara uygun, soldaydı. Sağını hiç bilmemişti zaten.
Feriköy’den aşağılara indin mi, hele de Kireçburnu’na gidiyorsan, zaten sağ aynayı kullanmanın bir anlamı yoktu.
Trafik, çocukluğundan bu yana soldan sağa akardı. Her dar sokağın, denizle özlemi kesiştiğinde, sola dönülmez işareti vardı. Dörtyol ağzında duran, kırk senelik polis Himmet o yüzden görmezlikten gelirdi hep. Ama “bir plaka alsan artık, iyi olur” diye takılmadan da edemezdi. “Ne yapsın o da onun görevi” der, gene de almaz, alamazdı ehliyeti.
Zaten vermezlerdi ki. Sağ gözü görmeyen birine kim -bisiklet bile olsa- ehliyet verirdi?
Sarıyer ekipler amiri, tesadüf, çocukluk arkadaşı Sami’ydi. Ama hiçbir zaman “gel, ehliyetin tamam” dememişti. Onurlu adamdı Sami. Bu zamanda böylesi bulunmazdı, iltiması yoktu hani... Çocuklar da göz yumuyorlardı, “Allah razı” olsundu.
Kırmızı, çift rekorlu Zeppelin, Kireçburnu’nda, yeşil çizgili küçük fenerin hemen önünden sola döndü. Derme çatma kooperatif barakasının önünde durdu.
Babasının pantolonunu giymiş, yoksul kasaba çocuklarını andıran; lacivert balıkçı yaka kazaklı, altmış yaşlarındaki adam barakadakilere bilindik “merhabasını” attı, acelesiz adımlarla küçük barınağın beton yürümeliğine yöneldi. Akıntı nedeniyle diğer sandallardan farklı, ince uzun, boğaz mekiği, Mikdat Usta yapımı sandalların tembelce oynaştıkları, salınımsız deniz suyunda demirli tahtaların birinden atlayıp, karşıdakine sıçradı.
Adı, kendiyle özdeş “KÖR EJDER”, mavi beyaz balıkçı sandalı, sahibine yaltaklanan köpek misali hareketlenmişti.
Danyal’ın onarması için kendisine bıraktığı ağ yığını, baş omuzlukta öylece bekliyordu. “Tühh, ulan” dedi. “Unuttuk işte. Hep bu Nermin’in yüzünden. İki gün evvel; armatör Can Bey, arkadaşları ile barınağa uğramış, onların getirdikleri ve avdan artan kendi balıklarıyla, ısrarlara dayanamayıp elleriyle bir çilingir sofrası donatmış, bu arada bol soğanlı ve acılı pilakiden bir miktar yemiş, iki kadeh sonrası, henüz altı aylık ameliyatlı midesinde dayanılmaz ağrılara neden olmuştu.
Nermin akıllı kadındı. Daha kapıdan girer girmez “Sende bir hal var, ne yedin?” diye sormuş, lafın sonunu beklemeden o bildik yakınmalara başlamış, geceye kadar susmamıştı.
Ertesi gün, yani dün, eski evin içini koyu, yutucu bir sessizlik kaplamıştı. Nermin iyi kadındı. “Beni düşünüyor tabii, haklı zavallıcık” dedi.
O kötü günlerde, hastane köşelerinde, üzerinde bazen günlerce aynı elbise ile Beyaz plastik bir sandalye üzerinde, başucunda nöbet tutmuştu. “Bu kadar badireden sonra hiç olacak şey mi? Oldu be ya, oldu işte. Durmuyor ki bu meret” dedi, işaret parmağını gırtlağına vurarak.
Nermin’i düşünmekten, dün canı hiçbir şey yapmak istememiş, barınaktan Naci’nin, betona çekip, zımpara yaptığı sandalın hemen karşısında öylece oturmuş, eski günleri düşünmüştü. Ama ne Danyal ne de ağlar aklına gelmişti. Usulca, yanında kedi misali oturan yanaşma pelikanın gıdığını okşadı.
Zımparadan yorulan Naci azıcık doğrulmuş, ona bakarken en az elli metre arkasındaki banklardan birinde oturan genç kızı ancak o zaman fark etmişti. Üzerinde siyah bir pantolon, pahalı olduğu her halinden belli olan bir mont ve boynunda yeşil bir atkı vardı.
“Bu, dün de buradaydı” diye düşündü.
Kız öylece oturuyor, kendisini seyrediyor, elindeki - sonradan fark ettiği - büyücek bir deftere bir şeyler çiziyordu. Nedensiz bir huzursuzluk kaplamıştı içini. Aniden kalktı. Banka doğru yürüdü. Başıyla selam verdi. Kız, kopya çekerken yakalanmış ilkokul talebeleri gibi kızarmıştı. Defter elinde açık, öylece duruyordu.
Tüp gazın önünde düşünürken, sandalların arasında otururken, elinde bir bardakla kahkahalarla gülerken, tek gözüyle denize bakarken ve bunlar gibi bir sürü kendisi, açık sayfalardan şimdi kendisine bakıyordu.
Kız, utanarak “Merhaba” dedi. “Özür dilerim, izin almalıydım. Ama öyle ani oldu ki, kaptırmışım kendimi.”
Hiç cevap vermedi. Gözleri hâlâ bir fotoğraf kadar kendisine benzeyen adamlardaydı.
“Dönem ödevim. Ben güzel sanatlar öğrencisiyim. Değişik bir şeyler olsun istedim sanırım. Siz de, bana ve desen hocama göre oldukça farklısınız ” dedi kızararak.
Anlamış gibi kafa salladı.
Kız , “Eğer izin verirseniz, ben buradan sizi rahatsız etmeden çizerim.” dedi. Sonra, “Portrenizi de çizebilirim, yani başınızı demek istedim. Şayet rahatsız olmazsanız” diye ekledi.
Gözleri - tek gözü - kızın yeşil atkısındaydı. “ Olur ” dedi kısaca. “Hadi, yanıma gel ve devam et...”
Birlikte, aşağıya barınağa indiler. Pelikan, beyazdan griye dönmüş parlak tereklerini kabartarak yeniden yanlarına gelmişti.
“Onu bir köpek ya da kedi gibi sevmek lazım. Bu da yanımızda değişti işte. Besleriz her gün. Kaç kere götürüp, açığa bıraktık ama her seferinde geri döndü. Bakma sen, akıllı aslında. Kuş aklı falan değil yani. Ekmek elden balık bizden, gider mi hiç kerata. Seneler evveli kanadı yaralı bulduk açıkta, nah oradaki Naci tutup getirdi. Geliş o geliş. Teneşire kadar mayna…” dedi.
Kız bu arada pelikanın yanı başındaki haliyle çizivermişti kendini. Bir iki poz daha çizdikten sonra defteri kapatmış, “ Eskiden beri burada mısınız?” diye sormuştu.
“Kendimi bildim bileli” diye cevap verdi. “Ne güzeldi eskiden buraları. Sen nereden bileceksin tabii... Balıkçıların çoğu Rum’du. O zamanlar kendi aralarında Rumca konuşurlar, bizden birileri oldu mu her hecede bir s sesi çıkararak komik, aynı zamanda şiir gibi bir Türkçeye başlarlardı.
Okuldan çıktıktan sonra, soluğu küçük balıkhanede alırdım. Kalın yünlü pantolonlarının altına giydikleri, neredeyse birer kilo olan lastik çizmeleri ile hepsi erişilmez bir masal kahramanı, uzak denizlerin birer Abraham’ıydı bana göre.
Asil bir duruşu vardı hepsinin. Tertemiz evleri, o evlerde; saksılarda yetişen bir sürü fesleğenlerin ellendikçe ortalığa yaydıkları baygın kokuları arasında dantel ören, memelerine kadar açık gerdanlarının ortasında, çeşit çeşit istavrozları bulunan etli butlu karıları onları beklerlerdi.
Yamaca yakın Rum okuluna giden bir sürü çocukları vardı. Mahalleden en iyi arkadaşım Dimitri’ydi. Fasulye pilakisini ilk defa onlarda yemiştim. Hem beyaz fasulyeydi, hem içinde diş diş sarımsaklar vardı, hem de sıcaktı. Yüzümdeki şaşkın ifadeye, anası dakikalarca katıla katıla gülmüştü.
Anasının adı Beatriki’ydi.
Beatriki!
Ne güzel gülüşü vardı. Koca gözlerine gölge yapan kirpikleri hep boyalı, hep tel teldi. Bebek pembesi dudaklarını genelde konuşmaya başlamadan şöyle bir yalar, ışıl ışıl “Nasılsın küçük kuzum” derdi. Dis donc tu vas bien?
Küçük istavritler onun ellerinde yeniden can bulurdu sanki.
Bir pazar günü Vasili’nin eve gönderdiği balıkları hazırlamak için mutfağa geçmiş, balık en iyi nasıl kızartılır dersi vermişti.
“Dinle kuzucuğum, bunlar olta balığı değil, o yüzden akşama yiyebiliriz. Ama amca Vasili olta tutsaydı, yarını bekleyecektik. Çünkü olta balıkları diri olur, hemen kızartmamalı.” dedi. Sonra balıkları; Dimitri’nin avludaki kuyudan çektiği buz gibi iki kova su ile yıkadı. Bol tuzladı.
“Su soğuk, çok soğuk olmalı. Tuzu da çok olmalı, olursa deniz suyuyla yıkarsan daha iyi. İçlerini de iyi yıkamalısın. Siyah artıklar olmayacak, yoksa balıklar acır ” dedi.
Pür dikkat dinliyorduk.
Akşam postasının iç sayfasını tezgâha serdi, unladı. Sularını silkelediği balıkları unlayıp, başka bir gazetenin üzerine verevine sıraladı. Kuzinanın üzerinde iyice kararmış balık tavası, siyah, kızgın bir erkek kedi gibi gurulduyordu. Yirmi, yirmi beş adet balığı tavaya attı. “Bak kuzucuğum, yağ çok olacak. Yani nasıl? Balığın sırtı yere gelmeyecek, ateşle oyun oynayacak sağa sola. Anladın?” dedi.
Uzun maşası öyle uzundu ki, yarım metre geriden bile balıkları elleyebiliyordu. Sıçrayan, yaltaklanan ve acıtan yağ damlalarından korunuyordu böylece. Elinde maşası, Orlando’nun kadınıydı sanki.
Renk yitiren, yiten bir akşam alacası gibi kararan balıkları bir bir topladı. En son kalan balığı inatla almıyordu. “Yanıyor” diye bir çığlık koptu hançeremden. “Yanmaz!” dedi.
Sakindi. Bir iki yeni balığı tavaya attıktan sonra, pembe-kara olan sonuncuyu alıverdi. Diğerlerini atmaya devam etti. Unlu ellerini kanaviçe işlemeli, beyaz peştamalına sildi.
“Korktun?” diye sordu. “Korkma kuzucuğum. Unutma! Yağ on saniyede yanar. Eğer tavadaki tüm balıkları birden alırsan; altın sarısı, çiğdem turuncusu, canım yağı yakıverirsiz. Sonra balık yağ olur, tatsız olur.” dedi.
Hayatımda yediğim en lezzetli balıktı onlar. Beatriki’nin elinden...
Gözleri ileri bakıyordu. Onca olta kancasından çatlamış parmakları, sanki yaş gelmiş gibi sıvazladı yüzünü. Naci, suyla ıslanmış on numara zımparayı bir kenara bırakmış koca gerdanlı pelikanı seviyordu.
Yeşil atkılı kız ilgiyle dinliyordu.
“Ahh... Beatriki” dedi, bir iç geçirdi yeniden. “Onun küçük kuzusuydum. Doğuştan kör olan gözüme efkârlıca bakardı.
Dimitri’nin anlattığına göre, kızken bir martısı varmış. O da görmezmiş ben gibi. Bu yüzden karadan fazla uzaklaşmaz, kırmızı fenerin hemen ilerilerinde bir dalar, çoğu boş çıkarmış. Beatriki’nin babası bulmuş, dik bir kayanın bitiminde. Sağ taraftan yanaştığından ürkmemiş ilkten. Sonra elinden balık artığı yemeye alışmış. Babasını takip edip çamlığın arkalarına kadar sokulup eve misafir olmuş.
Beatriki, her balık dönüşünde ev artıkları ile beslemiş onu. Öyle semirmiş ki adını Puplika koymuş.
Dimitri’nin babası Vasili ise tüm balıkçıların en irisi, en yakışıklısıydı. Kara gözleri, yay gibi kaşları, duru beyaz teni, bir kızılcık tanesini ortadan ayırıp da sürmüşçesine kırmızı dudakları vardı. Hayrandım ona. Yıllar sonra arkadaşım Süleyman’la cenazesinde yan yanaydık. Boğulduğunda, her şeyden çok sevdiği denizle öylesine kucaklaşmıştı ki, normal Rum tabutlarına sığmamış, cenazeci Georg bir boy büyük tabut yapmak zorunda kalmıştı. Şanına yaraşır şekilde gömüldü rahmetli.” dedi.
Yeşil atkılı kız, “Vasili, vurgun falan mı yedi?” diye sordu.
Öylesi içten bir gülme krizine tutulmuştu ki, horozibiğini andırır koca kulak memeleri coşkusuna eşlik edercesine sallanıyordu.
“Ahh, zamane gençleri, tüm balıkçıların vurgundan öldüğünü zannederler. Süngerin Marmara’da avlanmadığını nereden bilsinler. Ancak Türk filmlerinden gördükleri yakışıklı esas oğlan, bir gece ava gider ve gelmez, esas kız da onu bekler sahilde günlerce... İşte, tüm balıkçıların hikâyesi budur onlara göre...” diye düşündü.
Neden sonra; “Hayır, Vasili keyifli bir av sonrası zom olup tekneden düşüp boğuldu. Herkes o kadar sarhoştu ki yokluğunu ancak sabah ayıldıklarında Süleyman fark etmişti.” dedi.
Kız, “Süleyman kim? Arkadaşınız mı?” diye sordu.
“Evet, adalıdır o. Delikanlıyken geldi bizim buraya. Amcası İnhisarlar İdaresinde, şimdiki adıyla Tekel’de başmabeyinciydi.
Faik Bey; yani amcası ailenin diğer fertleri gibi adada kalmamış, İstanbul’a gelmiş ve burada evlenmişti. Onların yanında kaldı uzunca süre. Sonra Faik Bey, Denizcilik Bankası’ndan arkadaşı ruh doktoru -rahmet olsun- Ertuğrul Beye rica edip Şehir Hatlarına çımacı aldırdı.
Aslında gâvur ellerine gidecek imkânı vardı ama istemedi. Marmara tatlı geldi sanırım, ya da korkuyordu. Ancak orasını bilmiyorum. Hiç konuşmadık bu konuyu.
Uzak denizleri iyi bilirdi. Bir sürü kitap okuyordu. Ertuğrul Beyden alıyormuş kitapları. Siyah ciltliydi hepsi. Renk renk haritalar vardı içlerinde. Tertemizlerdi. Birkaç sene sonra çarkçıbaşı yanına aldı. Ardından ikinci kaptanlık verdiler. O yüzden vefa borcu bilirdi ona ve ailesine. Sonra bir gün ansızın “ Ben adaya dönecem” dedi.
Şaşırdık.
Ve bir bahar akşamında gitti.
“Duyduk ki evlenmiş bir kızla. Üç dört sene sonra adaya gittim. Hep anlattığı kuzey denizlerinin lacivertliğinde bakan, adalı bir kızla evlenmişti. Koca gözleri ışıl ışıldı.
İşte o zaman anladım ki, Süleyman aslında bizden farklıydı. Deniz rengi gözlü karısı yemek yapmıştı o gece. Deniz adamıydım ve böylesi güzel bir eti orada, hayatımda ilk defa rosto denilen şeyi orada yedim.” dedi.
Duygulanmıştı. Kaba ellerini koyacak bir yer bulamadı ilkten. Balıkçı yüzünün karaya vurmuş bir özlemiydi belki tüm sözleri. Süleyman’da doyurduğu aşkıydı sanki Safiye’nin deniz gözleri ya da Beatriki’nin puplikası.
Kadınlardan yana şanssızdı. Birine ömrünce sahip olamamış diğerini ise hayal bile edememişti. “Süleyman şanslı herifti ” dedi. Sustu.
Yeşil atkılı kız bir ona, bir elindeki kaleme bakıyordu. Uzun bir sessizlik oldu.
Nermin’i düşündü. Vefakâr Nermin’ini. Dikleşti. Dalgın pelikanın gıdığını okşadı. Sonra “ İyi ki buradayım. İyi ki Nermin var, iyi ki şu biçare buraya sığındı. Yoksa senin gibi biri beni nereden bulurdu?” dedi. Gülümsedi.
Kız, kalemlerini teneke kutusuna yerleştiriyordu.
“Bitince bir tane de bana gönder, ” dedi.
Midesi acıyordu. Nermin bir çaresine bakar diye düşünerek evin yolunu tuttu. Zeppelin marka bisiklet barınağın kenarına dayalı duruyordu.
Haziran 2002
Ankara
BAHAR PANDOMİMİ
Dışarıda hava çok güzel. Kuşlar cıvıl cıvıl. Karşı apartmanın damındaki kedi, kamburunu çıkartarak gerindi. Bir ileriye bir geriye uzayarak esnerken, küçük pembe dili henüz kızıllaşmaya başlayan gökyüzünde ufak bir fırça darbesi gibi kaldı.
Az önce yanlışlıkla devirdiğim yarım kiloluk siyah akrilik boya, aynı aklım gibi tulumumu da gölgelendirmişti.
Siyahı severim. Neyle karıştırırsan onu değiştirmekten öte, ruhunu alır, sonra hiç yokmuşçasına yeni tonların hâkimi olur.
Acı kahve koyu kahveye, kan kırmızısı, yalnız ve şehvetten acımış koyu kırmızıya, baharın gerçek yeşili ise yüzyılların doğurganlığı sonrası artık ölümü bekleyen ağaçların kasvetli bekleyişine dönüverir.
Siyahı severim. Bembeyaz bir düzlemde, hayatın gerçekliğini anlatmak için soylu bir duruşu vardır. Tek başına bile, tüm duyguların renkli karnavalında; geçidin en önünde, sanki bütün samba okulların birincisi kendisiymişçesine mağrur yürür. Ağır ağır, dar kalçaların çalkalanmasını sağlayan, tek bedenmiş gibi sağa sola kıvrılan vücutları bilinen tınıdan kurtarıp yeniden doğuşu sağlayan odur. Hayatın başlangıcı gibidir. Ne önü ne arkası bilinir. Tüm renkleri o kapatır ve içine alıp yeniden doğar. Hiç kimsesiz bir yaşamı vardır. Dostu yoktur. Sevgilisi, bir erkeği, bir kadını hiç olmamıştır.
Henüz yıkadığım ellerime baktım. Eski pembeliğine kavuşamamışlardı. Ruhum gibi yarı, aydınlık yarı griydi onlar da.
Bilgisayarımdan mektuplarımı okumuş, cevap verileceklere görevimi yerine getirmiş, bu umarsız şehrin yalnız gecesinde, bir elimde dondurma kutusu diğer elimde Verlaine’nin Mektupları kitabı küçük balkonumda oturuyorum.
Bir siyahı severim bir de karadut dondurmasını...
Hiçbir şey aramayan gözlerim yine de fıldır fıldır.
Nereye bakıyorum?..
Karşı apartmanın bütün pencerelerinin perdeleri açık. Bunlarda mahremiyet duygusu yok. Üst kattaki kız donla dolaşıyor. Az sonra sevgilisi gelir. Tam vakti. Kıyafetinden anladığım kadarıyla iki cadde ilerdeki alışveriş merkezinde koruma görevlisi. Önceleri ateşli bir sevişme vardı hayatımızda. Sonraları her şey gibi o da bilinirliğin pençesinde yok olup gitti. Adam yine eskisi gibi, her gece geliyor. Ancak kapı arkasında bir olmak yerine, kızın yaptığı hazır yemekleri bölüşüyorlar tabaklarında. Ehh, olursa bir şeyler, oluyor işte öylesine perdeleri kapalı yan odada.
İçin için güldüm. Sonra birden donup kaldı gamzelerimin hareketi. Terk eden sevgili, karadut dondurmasında şekillenivermişti. Sadece onu sevmiştim. Sonrakiler ise; iki tabağa bölüşülen orta boy pizza gibiydi.
Verlaine, Rimbaud’a bir şeyler anlatmaya çalışıyordu!
Dondurmadan bir kaşık daha aldım. Gözlerim yan binaya kaydı. Kadın havayollarında hostesti. Çocuklar okuldan gelir, ayaküstü bir sandviç yerlerdi. Uçuşları nedeniyle her zaman evde olmuyordu. O evde olmadığı zamanlarda kocası geç kalmaz, saat sekiz dedi mi anahtarıyla eve girerdi. Oğlanlar, o geldiğinde salonda play station oynuyor olurlardı. Sonra adam, değişik soslarla kalın makarnalar yapardı. Sanırım İtalyan asıllıydı.
Verlaine saldırıyor...
Dondurma eriyor...
Avluya bakan balkonun demirlerine doğru gerindim. Atölye çok yorucu geçiyordu.
Aniden gözlerim daha evvel hiç görmediğim bir pencereye kaydı. Normal oturduğumda kesinlikle göremeyeceğim bir açıda, perdeleri açık bir salondu baktığım. Farklı ne vardı ki? Ancak içimden bir ses, bakmaya devam etmemi söylüyordu. Bir şeyler umduğum kesin. Ama bilmiyorum, salona açılan çift kanatlı camlı kapıdan içeri kimin girmesini istediğimi. Genç birisi giriverse hayallerim yıkılır mı? Hoş, tamamı beyaz olan saçlarını ensesinde topuz yapmış yaşlı bir kadın süzülse, beklentilerime daha mı uygun olur, onu da bilmiyorum. Bildiğim ve istediğim tek şey var; o da birilerinin o salondan içeri girmesi. Genç yaşlı ne fark eder ki?
Dakikalar geçiyor büyük opal avizenin altında.
Salonu iyice özümsemeye çalışıyorum. Işığın sararttığı kirli duvarların, aslında en az elli senelik hercaîmenekşe desenli mavi duvar kâğıtları olduğunu ayrımsıyorum. Duvarların eskiliğine rağmen, olmaması gereken bir şey beni rahatsız ediyor.
Evet, eşyalar yeni. Daha doğrusu yenileştirilmiş. Maun masa pırıl pırıl görünüyor, ama ayaklarının kıvrımlarından anlaşılıyor aslında o yılların ince zevkinin ürünü olduğu. Köşede kocaman bir ayna, evin eskiliğini, yabana göstermek istemezcesine parlıyor. Evet! Belki bu yüzden tüm eşyalar yeni görünüyor.
Her şeyi emen, gerçekler geçidi, ayna sayesinde yalancı duruma düşüyor.
Mezarlar, insanların en son evleri ve en son duvarlarıdır.
Onlar; bedenlere evlerden daha sadıktırlar.
Onlardan kalan, akıtılan gözyaşları ve ölülerin sonsuza dek kalacak fani olmayan miraslarıdır.
Ölüm uykusundan sonra artık vücudun güzelliği geri alınamaz.
Burası bir sükûn şehridir.
Çıplak olarak taşınıp içine gömülünen sağlam ebedi istirahatgâh.
Ebedi evdir.
Bu nasıl bir mezardır?
Hayatta kazanılan zaferlerin nefrete layık abidesidir.
Taş ve toprak olanın işaretleri.
Ölülerin mezar taşları, suskun harflerinizle öleni dile getiriniz.
Vücudunuzu yitirip telef ettikten sonra hangi insan buraya ismini verdi?
Ölü insan Krispos.
Fariz ülkesinin (Mısır) ve başak taşıyan Nil Nehrinin ve Nymphaea’nın ölümsüzleştiği yerlerin vatandaşı buradadır.
O ki, dönüp duran bir trajedinin ilk zafer çelengini kazanmıştır.
Onun parlak cazibesi, yirmi dokuzuncu yaşında beklenmedik bir anda ve şekilde sönmüştür.
“Yüce Krispos” dedi.
Aklı karışmaya başlıyordu. “Kahrolasıca krizler.”
Bu gece olmamalı, bu gece olmaz... İlaçlar, ilaçlarım nerede?
Temizlikçi kadın...
Her şeyimi karıştırıyor. Evet karıştırıyor. Biliyorum. Hemen anladım. Geçen hafta, küçük konsolun çekmecesinde duran sustalıyı almış aptal şey. Tabii dokunmuş düğmesine. O da atıvermiş ileriye kendini. Hanidir kimse açmıyordu. Sonra korkmuş, kapatamamış da. Orada, öylece bırakıvermiş. Sanki ben görmeyeceğim. Buldum tabii canım. Öylece, prangalarından fırlamış, cabbar levendler gibiydi.
“Ahh!” dedim içimden. “Tevfik bir görseydi bunu. Bir dakika durmaz hemen kovardı.”
En iyi hizmetçi Fransız’dan olur derdi büyükannem. Nerede bizim köşkün Vivet’i nerede bu aptal. İki katı para alıyor ama, sanırım kendi ülkelerinde olduklarından paranın değerini bilmiyorlar. Meşakkat çekmediler tabii neneleri gibi.
Öff! Nerede bu ilaçlar?
O kadar söylüyorum. İlaçlar komodinin üzerinde duracak diye. Ama anlamıyor bête!.. Sonra ne oluyor? Ben onları, yine banyodaki sabun dolabının içinde buluyorum. Oradalar işte.
O gece bu gece.
Yüce Krispos...
Metin, Altan ve diğerleri...
Tamam, pudra kutusu da burada!
Hayatında, acaba şöyle sedef kakmalı bir tuvalet masası mı gördü? Üç beş boya sürerler suratlarına banyoda. Sonra kadın oldum derler.
Boyanmak bir sanattır. Işık nereden gelir? Elmacık kemiklerin etkisi yanağa nasıl yansır? Allık ne renk olmalıdır? Kaş nasıl alınır?
Yok canım... Bir şey bildikleri yok.
Bari benimkileri ellemese. Pat pudra en çok kullandığım şey. Her sabah, her akşam. Sadece dışarı çıkarken kullanmıyorum.
Her daim elimin altında olmalı.
Her an hazır bekliyorum.
Kulisten, Leyla işaret ediyor. Salon alkıştan inliyor. “Çok muvaffak olduk arkadaşlar” diyor Metin. Sahnenin kalın perdesi koyu yeşil. Tavandan yere doğru uzanırken, bozkırda her nasılsa ayakta kalmayı başarmış bir ağacın yorgun yeşiline dönüşmüş. Olsun biz ona bakmıyoruz. Çünkü yeryüzünün karanlığı henüz inmemiş toprağa. Bedenler karanın özgürlüğüyle buluşmamış. Tanrı yarattığından nefret etmiyormuş.
“Sevginden kendini, o da yetmezmiş gibi Tevfik’i de kararttın” diyor Adviye. Adviye değil yavrum. Esası Adeviye’dir. Okul arkadaşım Adeviye... Kardeşi havacı olan Adeviye. Ne çok istemişti Cevat’la evlenmemi. Ama ben istemiyordum ki. Hariciyeci Tevfik’ti tek derdim. Pahalı brokarlar içinde dans edecektik balolarda. Çocukları Fransız mürebbiyeler büyütecek, bizse sonsuza kadar vals yapacaktık. Belki tango ya da fokstrot. Ne bileyim?
Kafam karışıyor. İlaçları da aldım. Neden hâlâ bu aklımı yiyen görüntüler?
Ahşap konağın tırabzanında duran, sarı elbiseli küçük kızdan gözümü alamıyor, annemden kurtaramıyorum kendimi. Ya da Vivet’in, kardeşimin kıçını okşamasını, servis kapısında elini, siyah elbisesinin eteklerinden yukarıya daldırıp dudaklarını anlayamadığım bir şevkle yalamasını...
Pat pudrası azalıyor. Yarın çıkıp ihtiyar Charles’dan bir kutu almalı. Buranın ışığı az. Salona geçip orada sürmeli. Annem pudrayı pek güzel sürerdi. Kulak memeleri ve boyun unutulmamalı. Yoksa sakil durur.
Annemi dinlemeli.
Hep dinledim bunca sene. O kulağımın perisiydi. Küçük kulak mememin kıvrımında, masalsı konağında oturur; aynı büyük tiyatro salonlarındaki suflörler gibi ne yapmam gerektiğini fısıldardı. Belki de beynimim tüm kıvrımlarını ele geçirmişti.
Bilmiyorum. İlaçlar anlatmıyor işin aslını.
Tanrının bir cezası derdi Tevfik. Benim başıma, başımıza gelen her şey onun yüzündenmiş.
Demek, ellerimi açıp anlamsız da olsa bir şeyler gevelediğim dualar sonrası, üzerimize çöken bu karabulutların nedeni hep çocukluğumun sevecen Tanrısının cezasıymış. Mübarek beyazlığı ile yanağımı sıvazlayan ellerini “istemem” diye itmiştim bir keresinde. Cici annemin hayır duaları, ışıltılı kadife elbisesinin küçük cebinde son bulmuştu.
Üzerine oturan siyah bir kazakla, yandan bakıldığında kendisinin değilmiş gibi duran çıkık göbeğinin taşıdığı çelimsiz bacaklarını saran, siyah bir pantolon giymişti. Beyazları fazla olan kırçıl saçları kısacıktı.
Salondaki aynanın önüne ayaklarını sürüye sürüye geldi. Tam önünde durdu. İki elini beline koydu. Ayakları açıktı.
İki avcuyla memelerini tuttu. Sonra aşağıdan yukarıya sıvazladı.
Güdük bir koyunun örselenmiş memelerini hatırlatır sarkıklar, bir an ne olduklarını anlayamamış, ateşli taraftarlar gibi sevinçle ayağa kalkmıştı. Sonra kötü son geldi. Sevinç ve haz bir saniyelikti. Sevişmek ise sadece bir dakika sürüyordu. Ama hayatındaki bir dakikalar sınırlıydı.
Uzunca bir süre kendini seyretti.
“Aynalar doğru söylermiş.” dedi.
Fondötenin kapağını açtı, bir miktarını eline aldı.
Açık deniz fırtınalarının kayaları dövmesi gibi, yılların gelgitleri, yüzünde derin; inilmesi zor, çıkılması ise zaman alan dipsiz yarıklar açmıştı.
Hangi fondöten kapatabilirdi ki?
Bir avuç daha aldı. Yarıklar kapanmıyordu.
Yarım saat sonra, sadece beyaz kumların üzerinde ışıldayan agat taşını andırır lacivert gözleri ve biçimli dudaklarını küçülten kıpkırmızı ruju belli oluyordu.
Ayağa kalktı. Salon kapısına yürüdü.
Balkonda ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum. Dondurma su olmuştu. Verlaine’ın kitabı ayaklarımın dibindeydi.
Sonra onu gördüm. Siyah bir vücut, bulut gibi bir kafa. Arkaya doğru çıkık, oldukça biçimli bir aryen kafatası. Anneannem; barikisefal mi yoksa dorikisefal mi derdi böylelerine, hatırlayamıyorum. Seçebildiğim kadarıyla Grek bir burnu vardı.
Bir süre ayna karşısında kaldı. Sonra yüzüne bir şeyler sürdü. Kendini seyretti.
Saat ona geliyordu. Ağır ağır kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Elini tokmağa attı. Ardına kadar açılan kapının gerisindeki adama, sığınak bulmuş bir gemi misali sarıldı. Ateşli bir öpüşme içinde sarsılan vücudu zevke teslim olmuştu. Nefessiz bırakan birleşme sonrası, azıcık hava almak için ayrılan dudakları, biraz sonra tekrar öpüyordu o biçimli ağzı.
Kötü olmuştum. Mehmet’i düşündüm. Kumral saçlarını bir de. İlkokulda yaramazlık yaptığımda öğretmen bir fiil seçer ve onu çektirirdi.
Oublier...
Hayır, onu unuttum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Hatırlamak istemiyorum. Ama Madame Yvonne kaşlarını çatmış, terlemiş yüzüme bakıyor. İncecik sesimi duyuyorum.
J’ai oublié...
Tu as oublié...
İl / elle a oublié...
Nous avons oublié...
Vouz avez oublié...
Ils / elles ont oublié...
Beynim karıncalanmıştı. Neden sonra, bakan gözlerim tekrar görmeye başladı. O ve adam şimdi kanepede yan yanaydılar.
Kocaman balon bardakta “Fundador” ikram etmişti. Bir eli kadehini tutarken diğer eli, adamın pürüzsüz ensesini okşuyordu. Az sonra daha da sokuldu. Sınırsız bir şehvet odayı doldurmuştu.
Allahım, kadının iniltileri sanki yanımdaydı. Neden sonra o seslerin yıllardır kasılmayan hançeremden çıktığını fark ettim.
Je t’ai oublié...
Kadın yavaş yavaş kanepeden kalktı. Hareketleri, daha bir farklıydı. Yıllardır susuz kalan bir bedenin cıvıltısı vardı şimdi. Yoksa kulaklarım, kuşların sesini mi duyuyordu? Neyi duyduğumu ve gördüğümü bilmiyordum.
Zaman yoktu. Mekân gerçek değildi.
Tekrar öpüştüler. Kapıyı açtı ve adam gitti.
Mutlulukla örtülen bir kapı sesi duydum.
Sigaram parmaklarımı yakıyordu.
Kadın tekrar gelip, adamın oturduğu minderde yaptığı ize dokundu. Elleri ustalıkla gezindi pütürlü dokuda.
İşte o zaman anladım.
Adam falan yoktu. O kapıdan hiç kimse girmemişti. Fundador yıllardır üretilmiyordu. Aynı anneannemin sürdüğü Chat Noir’ı gibi.
Kederin bir insanın yüzüne böylesine rahat oturduğunu ilk defa şimdi görmüştüm. Acılarım takma bir ad gibi sahteydi.
Geceler boyu haykırışlarım böylesi zavallı değildi.
Ben sahteydim, o ise yapma bir bebek kadar gerçekti.
Her gece aynı şey oluyor... Çürümüş ve isteksiz bedenim buna daha ne kadar dayanacak? Biliyorum, hep o ilaçlardan. Tam her şey gerçekken, etkisi geçiveriyor.
Oysa onu ne kadar özledim bir bilse!
Alkışların, toz kokan kalın yeşil perdenin ağırlığının sesini ve kokusunu yıllardır duyamamak; her gece bu kostüme -o lanet ilaçlara rağmen- bürünmek ve sonrasında o kapıyı bir dahaki sefere açılmak üzere belki hiç kapatamamak.
Ne zaman kaçmıştık her şeyden?
Kendimizin olan, Tanrı tarafından bağışladığını hiçbir zaman kabul edemediğim sahiplenmişlik duygusunu; burun deliklerimizi sızlatan boğazın iyot, Adanın beyaz mermer kokusunun özlemini ne zaman kaybetmiştik?
Yoksa Adeviye haklı mıydı? Cevat’la evlenseydim eğer, yalnızlığımı paylaşacak bir kız, bir oğlan doğurur muydum ki? Ya Cevat ölseydi... İki küçük çocukla Eskişehir’in tabutu andırır -Eskipazar yerinin- eski evleri kadınlığıma ne haykırırlardı? Belki Cevat ölmemiştir. Karısı ve iki çocuğu ile belki hâlâ yaşıyordur. Bilmiyorum. Oysa o, ölüme Tevfik’ten daha yakındı. Düğünde fark edememiştim narinliğini. İçin için Metin’i kıskanmasını ise hiç anlamamıştım.
Kesik öksürükleri, yatak odasından salona yayılmaya başladığında, ben işte bu salon aynasının önünde prova yapıyor olurdum.
Kadınlığım onu öylesine iterdi ki, birlikteliğimizde sevişmek bir dakika sürerdi. Çingene misali, mal kaçırırcasına.
İlk önceleri, beni kadınlığımdan, sonraları memleketi şiirlerinden ürkütmüştü. Hayat, azametli bir konakta esir uluması gibi acı veriyordu. Her an sarılan ve bir daha hiçbir zaman aynı rahatlığa eriştirmeyen öfke sızıntıları içinde yaşıyorduk.
Bir gün, “gidiyoruz” dedi.
Her şeyi satıp gidiyormuşuz...
İşte böyle pudralıydı yüzüm. Provadan yeni gelmiştim.
Yüce Krispos’un binlerce yıl sonraki ardılları -bizler-, puslu bir mart günü temsillerini takdim ettikten sonra, senelerce özlediğim yeşil perdeye veda ettik.
“Çok muvaffak olduk arkadaşlar” dedi Metin. Onu en son o gün duydum. Bir de Karaköy iskelesinde büyücek bir babanın gerisinde, o olması için çok dua ettiğim gölgeyi gördüm.
Oyun her zamanki gibi saat onda başlıyordu. Pudram kalmamış... İhtiyar Charles’dan almalı yarın...
Kadın öylece, üzerindeki elbisesi ile kanepeye uzandı. İki elini göğsünde birleştirmiş, gizemli bir ayinde kurban rolüne soyunmuştu.
Saat on ikiye geliyordu. Az sonra, alt caddenin küçük şapeli, çan seslerini geceye salacaktı. Minik iblisler, rahip cüceler, koyu yeşil haç perileri, sokaklarda salına salına gezeceklerdi. Hayaldi belki ama düşüncesi bile ensemin ürpermesine neden olmuştu. Yapış yapış olan dondurma kutusu ile Rimbaud’yu kıskanan Verlaine, balkonun bir köşesinde kaderlerine küsmüş, öylece kalmışlardı.
Ayaklarım birbirine dolanıktı, aklım, gördüklerime bir ev arıyordu.
Uyumuşum.
Bu sefer sabah kuşları cıvıl cıvıldı. Açık bıraktığım penceremden, taze bir bahar havası, evin içinde hüküm süren akrilik imparatorluğunun hâkimiyetine son veriyordu. Ama benimkiler akıllı. Önceleri yenilgiyi kabul eder gibi görünseler bile, biliyorlar ki iktidar öğlene kadar...
Sonra...
Sonrası yaşasın dayatma!
Çarpışmaları hoşuma gidiyor. Tek başınalığım böylece bir değil, iki orduyla kutsanıyor... Az mı?
Sabah ilaçlarını da aldım. Hepsi komodinin üzerinde... Yüzümü çıkarıp herkes gibi olduktan sonra ihtiyar Charles’a gidebilirim...
Bugün yine atölye var...
Lanet Gabriel... Siyahlarıma hep bir kulp bulmasa olmaz. Kırmızı olmalıymış insanın hayatında. Mezun olunca kırmızı bir gözlük hediye edeceğim ihtiraslı fahişeye!
Merdivenleri koşarak indim. Ana kapıdan sola döndüm. Hızlı adımlarıma, saat dokuzu vuran hafif çan sesleri düet yapıyordu. Bir an duraksayıp, akşamki iblisleri, cüceleri, perileri hatırladım.
Sonra, akşamki kadın geldi düştü aklıma.
Sokağın köşesini hızla döndüm. Ona bir ad bulmalıydım. Yvonne güzel bir uydurmaydı. Evet, kadınımın adı bu olmalıydı.
Küçük meydanın sol tarafından onunla birlikte yürüyorduk. Yvonne’la...
Eski bale pabuçlarını onaran, vitrininde binlerce Chanson’ların nota kitaplarını teşhir eden Charles’ın kapısının önünde, iki basamağı inen yaşlı kadınla az daha çarpışıyordum. Mahcubiyetim tam gırtlağımın oralarındayken, aynı anda; hem kızgın, hem küçümser, hem dalgın, hem doygun, hem mutsuz ve de birçok hem’leri yüzünde barındıran o kadınla karşılaştım.
Evet... Bu o’ydu.
Dünkü kadın. En son ilkokuldayken, “unutmak” fiilini çektiren o kadın. Hercaî menekşelerin pisliğe ortak ettiği, belki “Chat Noir” kokan o kadın.
Kullandığım pat pudranın tonu kalmamış. Olacak şey mi yani? Koskoca Charles’da da kalmadıysa, nereden bulacağım ben bu lanet şeyi?
“Bekle”dedi. “Bekleyeyim de, gelir mi acaba? Ya bulunmazsa? Ya artık üretmiyorlarsa... İki ton koyusu, siyahla beyazı buluşturabilir mi?
Yaşanacak yer olmaktan çıktı burası. Ah Tevfik, ahhh!...”
“Ahhh...” dedi korkuyla. Kısa saçlı, koca gözlü bir kız, tam basamakların önündeydi. Allahtan atik davranmış, son basamakta durabilmişti. Kız öylece bakıyordu. Yüzündeki derin yarıklar, kırçıl başıyla, adını hatırlayamadığı Fransız ressamın “fener ve martılar” tablosunu anımsatmıştı.
Akşam alacası olmasına rağmen o resimde hiç kırmızı yoktu.
“Gabriel’e inat” dedi.
Düşüncelerinde adamı sordu kadına. Tüm gece Verlain’nı kıskandıran adamı.
Kızın gözleri Adeviye’nin gözlerine benziyordu. Şöyle badem, böyle süzgün... Bu bakışları çok iyi biliyordu ve artık arayan bakışlar istemiyordu... Anlatabilirim belki diye düşündü. Ancak kız anlamsız bakıyordu. Aynı hizmetçi kız gibi.
“Allık sürmüş güya haspam!
Anaları gibi rüküşler,
Canın cehenneme bête!”
Bir kadın çizecektim. Ona inat, Gabriel’in istediği gibi kızıl kırmızı.
Az önce yanlışlıkla devirdiğim yarım kiloluk siyah akrilik boya, aynı aklım gibi tulumumu da gölgelendirmişti.
Siyahı severim. Neyle karıştırırsan onu değiştirmekten öte, ruhunu alır, sonra hiç yokmuşçasına yeni tonların hâkimi olur.
Acı kahve koyu kahveye, kan kırmızısı, yalnız ve şehvetten acımış koyu kırmızıya, baharın gerçek yeşili ise yüzyılların doğurganlığı sonrası artık ölümü bekleyen ağaçların kasvetli bekleyişine dönüverir.
Siyahı severim. Bembeyaz bir düzlemde, hayatın gerçekliğini anlatmak için soylu bir duruşu vardır. Tek başına bile, tüm duyguların renkli karnavalında; geçidin en önünde, sanki bütün samba okulların birincisi kendisiymişçesine mağrur yürür. Ağır ağır, dar kalçaların çalkalanmasını sağlayan, tek bedenmiş gibi sağa sola kıvrılan vücutları bilinen tınıdan kurtarıp yeniden doğuşu sağlayan odur. Hayatın başlangıcı gibidir. Ne önü ne arkası bilinir. Tüm renkleri o kapatır ve içine alıp yeniden doğar. Hiç kimsesiz bir yaşamı vardır. Dostu yoktur. Sevgilisi, bir erkeği, bir kadını hiç olmamıştır.
Henüz yıkadığım ellerime baktım. Eski pembeliğine kavuşamamışlardı. Ruhum gibi yarı, aydınlık yarı griydi onlar da.
Bilgisayarımdan mektuplarımı okumuş, cevap verileceklere görevimi yerine getirmiş, bu umarsız şehrin yalnız gecesinde, bir elimde dondurma kutusu diğer elimde Verlaine’nin Mektupları kitabı küçük balkonumda oturuyorum.
Bir siyahı severim bir de karadut dondurmasını...
Hiçbir şey aramayan gözlerim yine de fıldır fıldır.
Nereye bakıyorum?..
Karşı apartmanın bütün pencerelerinin perdeleri açık. Bunlarda mahremiyet duygusu yok. Üst kattaki kız donla dolaşıyor. Az sonra sevgilisi gelir. Tam vakti. Kıyafetinden anladığım kadarıyla iki cadde ilerdeki alışveriş merkezinde koruma görevlisi. Önceleri ateşli bir sevişme vardı hayatımızda. Sonraları her şey gibi o da bilinirliğin pençesinde yok olup gitti. Adam yine eskisi gibi, her gece geliyor. Ancak kapı arkasında bir olmak yerine, kızın yaptığı hazır yemekleri bölüşüyorlar tabaklarında. Ehh, olursa bir şeyler, oluyor işte öylesine perdeleri kapalı yan odada.
İçin için güldüm. Sonra birden donup kaldı gamzelerimin hareketi. Terk eden sevgili, karadut dondurmasında şekillenivermişti. Sadece onu sevmiştim. Sonrakiler ise; iki tabağa bölüşülen orta boy pizza gibiydi.
Verlaine, Rimbaud’a bir şeyler anlatmaya çalışıyordu!
Dondurmadan bir kaşık daha aldım. Gözlerim yan binaya kaydı. Kadın havayollarında hostesti. Çocuklar okuldan gelir, ayaküstü bir sandviç yerlerdi. Uçuşları nedeniyle her zaman evde olmuyordu. O evde olmadığı zamanlarda kocası geç kalmaz, saat sekiz dedi mi anahtarıyla eve girerdi. Oğlanlar, o geldiğinde salonda play station oynuyor olurlardı. Sonra adam, değişik soslarla kalın makarnalar yapardı. Sanırım İtalyan asıllıydı.
Verlaine saldırıyor...
Dondurma eriyor...
Avluya bakan balkonun demirlerine doğru gerindim. Atölye çok yorucu geçiyordu.
Aniden gözlerim daha evvel hiç görmediğim bir pencereye kaydı. Normal oturduğumda kesinlikle göremeyeceğim bir açıda, perdeleri açık bir salondu baktığım. Farklı ne vardı ki? Ancak içimden bir ses, bakmaya devam etmemi söylüyordu. Bir şeyler umduğum kesin. Ama bilmiyorum, salona açılan çift kanatlı camlı kapıdan içeri kimin girmesini istediğimi. Genç birisi giriverse hayallerim yıkılır mı? Hoş, tamamı beyaz olan saçlarını ensesinde topuz yapmış yaşlı bir kadın süzülse, beklentilerime daha mı uygun olur, onu da bilmiyorum. Bildiğim ve istediğim tek şey var; o da birilerinin o salondan içeri girmesi. Genç yaşlı ne fark eder ki?
Dakikalar geçiyor büyük opal avizenin altında.
Salonu iyice özümsemeye çalışıyorum. Işığın sararttığı kirli duvarların, aslında en az elli senelik hercaîmenekşe desenli mavi duvar kâğıtları olduğunu ayrımsıyorum. Duvarların eskiliğine rağmen, olmaması gereken bir şey beni rahatsız ediyor.
Evet, eşyalar yeni. Daha doğrusu yenileştirilmiş. Maun masa pırıl pırıl görünüyor, ama ayaklarının kıvrımlarından anlaşılıyor aslında o yılların ince zevkinin ürünü olduğu. Köşede kocaman bir ayna, evin eskiliğini, yabana göstermek istemezcesine parlıyor. Evet! Belki bu yüzden tüm eşyalar yeni görünüyor.
Her şeyi emen, gerçekler geçidi, ayna sayesinde yalancı duruma düşüyor.
Mezarlar, insanların en son evleri ve en son duvarlarıdır.
Onlar; bedenlere evlerden daha sadıktırlar.
Onlardan kalan, akıtılan gözyaşları ve ölülerin sonsuza dek kalacak fani olmayan miraslarıdır.
Ölüm uykusundan sonra artık vücudun güzelliği geri alınamaz.
Burası bir sükûn şehridir.
Çıplak olarak taşınıp içine gömülünen sağlam ebedi istirahatgâh.
Ebedi evdir.
Bu nasıl bir mezardır?
Hayatta kazanılan zaferlerin nefrete layık abidesidir.
Taş ve toprak olanın işaretleri.
Ölülerin mezar taşları, suskun harflerinizle öleni dile getiriniz.
Vücudunuzu yitirip telef ettikten sonra hangi insan buraya ismini verdi?
Ölü insan Krispos.
Fariz ülkesinin (Mısır) ve başak taşıyan Nil Nehrinin ve Nymphaea’nın ölümsüzleştiği yerlerin vatandaşı buradadır.
O ki, dönüp duran bir trajedinin ilk zafer çelengini kazanmıştır.
Onun parlak cazibesi, yirmi dokuzuncu yaşında beklenmedik bir anda ve şekilde sönmüştür.
“Yüce Krispos” dedi.
Aklı karışmaya başlıyordu. “Kahrolasıca krizler.”
Bu gece olmamalı, bu gece olmaz... İlaçlar, ilaçlarım nerede?
Temizlikçi kadın...
Her şeyimi karıştırıyor. Evet karıştırıyor. Biliyorum. Hemen anladım. Geçen hafta, küçük konsolun çekmecesinde duran sustalıyı almış aptal şey. Tabii dokunmuş düğmesine. O da atıvermiş ileriye kendini. Hanidir kimse açmıyordu. Sonra korkmuş, kapatamamış da. Orada, öylece bırakıvermiş. Sanki ben görmeyeceğim. Buldum tabii canım. Öylece, prangalarından fırlamış, cabbar levendler gibiydi.
“Ahh!” dedim içimden. “Tevfik bir görseydi bunu. Bir dakika durmaz hemen kovardı.”
En iyi hizmetçi Fransız’dan olur derdi büyükannem. Nerede bizim köşkün Vivet’i nerede bu aptal. İki katı para alıyor ama, sanırım kendi ülkelerinde olduklarından paranın değerini bilmiyorlar. Meşakkat çekmediler tabii neneleri gibi.
Öff! Nerede bu ilaçlar?
O kadar söylüyorum. İlaçlar komodinin üzerinde duracak diye. Ama anlamıyor bête!.. Sonra ne oluyor? Ben onları, yine banyodaki sabun dolabının içinde buluyorum. Oradalar işte.
O gece bu gece.
Yüce Krispos...
Metin, Altan ve diğerleri...
Tamam, pudra kutusu da burada!
Hayatında, acaba şöyle sedef kakmalı bir tuvalet masası mı gördü? Üç beş boya sürerler suratlarına banyoda. Sonra kadın oldum derler.
Boyanmak bir sanattır. Işık nereden gelir? Elmacık kemiklerin etkisi yanağa nasıl yansır? Allık ne renk olmalıdır? Kaş nasıl alınır?
Yok canım... Bir şey bildikleri yok.
Bari benimkileri ellemese. Pat pudra en çok kullandığım şey. Her sabah, her akşam. Sadece dışarı çıkarken kullanmıyorum.
Her daim elimin altında olmalı.
Her an hazır bekliyorum.
Kulisten, Leyla işaret ediyor. Salon alkıştan inliyor. “Çok muvaffak olduk arkadaşlar” diyor Metin. Sahnenin kalın perdesi koyu yeşil. Tavandan yere doğru uzanırken, bozkırda her nasılsa ayakta kalmayı başarmış bir ağacın yorgun yeşiline dönüşmüş. Olsun biz ona bakmıyoruz. Çünkü yeryüzünün karanlığı henüz inmemiş toprağa. Bedenler karanın özgürlüğüyle buluşmamış. Tanrı yarattığından nefret etmiyormuş.
“Sevginden kendini, o da yetmezmiş gibi Tevfik’i de kararttın” diyor Adviye. Adviye değil yavrum. Esası Adeviye’dir. Okul arkadaşım Adeviye... Kardeşi havacı olan Adeviye. Ne çok istemişti Cevat’la evlenmemi. Ama ben istemiyordum ki. Hariciyeci Tevfik’ti tek derdim. Pahalı brokarlar içinde dans edecektik balolarda. Çocukları Fransız mürebbiyeler büyütecek, bizse sonsuza kadar vals yapacaktık. Belki tango ya da fokstrot. Ne bileyim?
Kafam karışıyor. İlaçları da aldım. Neden hâlâ bu aklımı yiyen görüntüler?
Ahşap konağın tırabzanında duran, sarı elbiseli küçük kızdan gözümü alamıyor, annemden kurtaramıyorum kendimi. Ya da Vivet’in, kardeşimin kıçını okşamasını, servis kapısında elini, siyah elbisesinin eteklerinden yukarıya daldırıp dudaklarını anlayamadığım bir şevkle yalamasını...
Pat pudrası azalıyor. Yarın çıkıp ihtiyar Charles’dan bir kutu almalı. Buranın ışığı az. Salona geçip orada sürmeli. Annem pudrayı pek güzel sürerdi. Kulak memeleri ve boyun unutulmamalı. Yoksa sakil durur.
Annemi dinlemeli.
Hep dinledim bunca sene. O kulağımın perisiydi. Küçük kulak mememin kıvrımında, masalsı konağında oturur; aynı büyük tiyatro salonlarındaki suflörler gibi ne yapmam gerektiğini fısıldardı. Belki de beynimim tüm kıvrımlarını ele geçirmişti.
Bilmiyorum. İlaçlar anlatmıyor işin aslını.
Tanrının bir cezası derdi Tevfik. Benim başıma, başımıza gelen her şey onun yüzündenmiş.
Demek, ellerimi açıp anlamsız da olsa bir şeyler gevelediğim dualar sonrası, üzerimize çöken bu karabulutların nedeni hep çocukluğumun sevecen Tanrısının cezasıymış. Mübarek beyazlığı ile yanağımı sıvazlayan ellerini “istemem” diye itmiştim bir keresinde. Cici annemin hayır duaları, ışıltılı kadife elbisesinin küçük cebinde son bulmuştu.
Üzerine oturan siyah bir kazakla, yandan bakıldığında kendisinin değilmiş gibi duran çıkık göbeğinin taşıdığı çelimsiz bacaklarını saran, siyah bir pantolon giymişti. Beyazları fazla olan kırçıl saçları kısacıktı.
Salondaki aynanın önüne ayaklarını sürüye sürüye geldi. Tam önünde durdu. İki elini beline koydu. Ayakları açıktı.
İki avcuyla memelerini tuttu. Sonra aşağıdan yukarıya sıvazladı.
Güdük bir koyunun örselenmiş memelerini hatırlatır sarkıklar, bir an ne olduklarını anlayamamış, ateşli taraftarlar gibi sevinçle ayağa kalkmıştı. Sonra kötü son geldi. Sevinç ve haz bir saniyelikti. Sevişmek ise sadece bir dakika sürüyordu. Ama hayatındaki bir dakikalar sınırlıydı.
Uzunca bir süre kendini seyretti.
“Aynalar doğru söylermiş.” dedi.
Fondötenin kapağını açtı, bir miktarını eline aldı.
Açık deniz fırtınalarının kayaları dövmesi gibi, yılların gelgitleri, yüzünde derin; inilmesi zor, çıkılması ise zaman alan dipsiz yarıklar açmıştı.
Hangi fondöten kapatabilirdi ki?
Bir avuç daha aldı. Yarıklar kapanmıyordu.
Yarım saat sonra, sadece beyaz kumların üzerinde ışıldayan agat taşını andırır lacivert gözleri ve biçimli dudaklarını küçülten kıpkırmızı ruju belli oluyordu.
Ayağa kalktı. Salon kapısına yürüdü.
Balkonda ne kadar beklediğimi hatırlamıyorum. Dondurma su olmuştu. Verlaine’ın kitabı ayaklarımın dibindeydi.
Sonra onu gördüm. Siyah bir vücut, bulut gibi bir kafa. Arkaya doğru çıkık, oldukça biçimli bir aryen kafatası. Anneannem; barikisefal mi yoksa dorikisefal mi derdi böylelerine, hatırlayamıyorum. Seçebildiğim kadarıyla Grek bir burnu vardı.
Bir süre ayna karşısında kaldı. Sonra yüzüne bir şeyler sürdü. Kendini seyretti.
Saat ona geliyordu. Ağır ağır kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Elini tokmağa attı. Ardına kadar açılan kapının gerisindeki adama, sığınak bulmuş bir gemi misali sarıldı. Ateşli bir öpüşme içinde sarsılan vücudu zevke teslim olmuştu. Nefessiz bırakan birleşme sonrası, azıcık hava almak için ayrılan dudakları, biraz sonra tekrar öpüyordu o biçimli ağzı.
Kötü olmuştum. Mehmet’i düşündüm. Kumral saçlarını bir de. İlkokulda yaramazlık yaptığımda öğretmen bir fiil seçer ve onu çektirirdi.
Oublier...
Hayır, onu unuttum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Hatırlamak istemiyorum. Ama Madame Yvonne kaşlarını çatmış, terlemiş yüzüme bakıyor. İncecik sesimi duyuyorum.
J’ai oublié...
Tu as oublié...
İl / elle a oublié...
Nous avons oublié...
Vouz avez oublié...
Ils / elles ont oublié...
Beynim karıncalanmıştı. Neden sonra, bakan gözlerim tekrar görmeye başladı. O ve adam şimdi kanepede yan yanaydılar.
Kocaman balon bardakta “Fundador” ikram etmişti. Bir eli kadehini tutarken diğer eli, adamın pürüzsüz ensesini okşuyordu. Az sonra daha da sokuldu. Sınırsız bir şehvet odayı doldurmuştu.
Allahım, kadının iniltileri sanki yanımdaydı. Neden sonra o seslerin yıllardır kasılmayan hançeremden çıktığını fark ettim.
Je t’ai oublié...
Kadın yavaş yavaş kanepeden kalktı. Hareketleri, daha bir farklıydı. Yıllardır susuz kalan bir bedenin cıvıltısı vardı şimdi. Yoksa kulaklarım, kuşların sesini mi duyuyordu? Neyi duyduğumu ve gördüğümü bilmiyordum.
Zaman yoktu. Mekân gerçek değildi.
Tekrar öpüştüler. Kapıyı açtı ve adam gitti.
Mutlulukla örtülen bir kapı sesi duydum.
Sigaram parmaklarımı yakıyordu.
Kadın tekrar gelip, adamın oturduğu minderde yaptığı ize dokundu. Elleri ustalıkla gezindi pütürlü dokuda.
İşte o zaman anladım.
Adam falan yoktu. O kapıdan hiç kimse girmemişti. Fundador yıllardır üretilmiyordu. Aynı anneannemin sürdüğü Chat Noir’ı gibi.
Kederin bir insanın yüzüne böylesine rahat oturduğunu ilk defa şimdi görmüştüm. Acılarım takma bir ad gibi sahteydi.
Geceler boyu haykırışlarım böylesi zavallı değildi.
Ben sahteydim, o ise yapma bir bebek kadar gerçekti.
Her gece aynı şey oluyor... Çürümüş ve isteksiz bedenim buna daha ne kadar dayanacak? Biliyorum, hep o ilaçlardan. Tam her şey gerçekken, etkisi geçiveriyor.
Oysa onu ne kadar özledim bir bilse!
Alkışların, toz kokan kalın yeşil perdenin ağırlığının sesini ve kokusunu yıllardır duyamamak; her gece bu kostüme -o lanet ilaçlara rağmen- bürünmek ve sonrasında o kapıyı bir dahaki sefere açılmak üzere belki hiç kapatamamak.
Ne zaman kaçmıştık her şeyden?
Kendimizin olan, Tanrı tarafından bağışladığını hiçbir zaman kabul edemediğim sahiplenmişlik duygusunu; burun deliklerimizi sızlatan boğazın iyot, Adanın beyaz mermer kokusunun özlemini ne zaman kaybetmiştik?
Yoksa Adeviye haklı mıydı? Cevat’la evlenseydim eğer, yalnızlığımı paylaşacak bir kız, bir oğlan doğurur muydum ki? Ya Cevat ölseydi... İki küçük çocukla Eskişehir’in tabutu andırır -Eskipazar yerinin- eski evleri kadınlığıma ne haykırırlardı? Belki Cevat ölmemiştir. Karısı ve iki çocuğu ile belki hâlâ yaşıyordur. Bilmiyorum. Oysa o, ölüme Tevfik’ten daha yakındı. Düğünde fark edememiştim narinliğini. İçin için Metin’i kıskanmasını ise hiç anlamamıştım.
Kesik öksürükleri, yatak odasından salona yayılmaya başladığında, ben işte bu salon aynasının önünde prova yapıyor olurdum.
Kadınlığım onu öylesine iterdi ki, birlikteliğimizde sevişmek bir dakika sürerdi. Çingene misali, mal kaçırırcasına.
İlk önceleri, beni kadınlığımdan, sonraları memleketi şiirlerinden ürkütmüştü. Hayat, azametli bir konakta esir uluması gibi acı veriyordu. Her an sarılan ve bir daha hiçbir zaman aynı rahatlığa eriştirmeyen öfke sızıntıları içinde yaşıyorduk.
Bir gün, “gidiyoruz” dedi.
Her şeyi satıp gidiyormuşuz...
İşte böyle pudralıydı yüzüm. Provadan yeni gelmiştim.
Yüce Krispos’un binlerce yıl sonraki ardılları -bizler-, puslu bir mart günü temsillerini takdim ettikten sonra, senelerce özlediğim yeşil perdeye veda ettik.
“Çok muvaffak olduk arkadaşlar” dedi Metin. Onu en son o gün duydum. Bir de Karaköy iskelesinde büyücek bir babanın gerisinde, o olması için çok dua ettiğim gölgeyi gördüm.
Oyun her zamanki gibi saat onda başlıyordu. Pudram kalmamış... İhtiyar Charles’dan almalı yarın...
Kadın öylece, üzerindeki elbisesi ile kanepeye uzandı. İki elini göğsünde birleştirmiş, gizemli bir ayinde kurban rolüne soyunmuştu.
Saat on ikiye geliyordu. Az sonra, alt caddenin küçük şapeli, çan seslerini geceye salacaktı. Minik iblisler, rahip cüceler, koyu yeşil haç perileri, sokaklarda salına salına gezeceklerdi. Hayaldi belki ama düşüncesi bile ensemin ürpermesine neden olmuştu. Yapış yapış olan dondurma kutusu ile Rimbaud’yu kıskanan Verlaine, balkonun bir köşesinde kaderlerine küsmüş, öylece kalmışlardı.
Ayaklarım birbirine dolanıktı, aklım, gördüklerime bir ev arıyordu.
Uyumuşum.
Bu sefer sabah kuşları cıvıl cıvıldı. Açık bıraktığım penceremden, taze bir bahar havası, evin içinde hüküm süren akrilik imparatorluğunun hâkimiyetine son veriyordu. Ama benimkiler akıllı. Önceleri yenilgiyi kabul eder gibi görünseler bile, biliyorlar ki iktidar öğlene kadar...
Sonra...
Sonrası yaşasın dayatma!
Çarpışmaları hoşuma gidiyor. Tek başınalığım böylece bir değil, iki orduyla kutsanıyor... Az mı?
Sabah ilaçlarını da aldım. Hepsi komodinin üzerinde... Yüzümü çıkarıp herkes gibi olduktan sonra ihtiyar Charles’a gidebilirim...
Bugün yine atölye var...
Lanet Gabriel... Siyahlarıma hep bir kulp bulmasa olmaz. Kırmızı olmalıymış insanın hayatında. Mezun olunca kırmızı bir gözlük hediye edeceğim ihtiraslı fahişeye!
Merdivenleri koşarak indim. Ana kapıdan sola döndüm. Hızlı adımlarıma, saat dokuzu vuran hafif çan sesleri düet yapıyordu. Bir an duraksayıp, akşamki iblisleri, cüceleri, perileri hatırladım.
Sonra, akşamki kadın geldi düştü aklıma.
Sokağın köşesini hızla döndüm. Ona bir ad bulmalıydım. Yvonne güzel bir uydurmaydı. Evet, kadınımın adı bu olmalıydı.
Küçük meydanın sol tarafından onunla birlikte yürüyorduk. Yvonne’la...
Eski bale pabuçlarını onaran, vitrininde binlerce Chanson’ların nota kitaplarını teşhir eden Charles’ın kapısının önünde, iki basamağı inen yaşlı kadınla az daha çarpışıyordum. Mahcubiyetim tam gırtlağımın oralarındayken, aynı anda; hem kızgın, hem küçümser, hem dalgın, hem doygun, hem mutsuz ve de birçok hem’leri yüzünde barındıran o kadınla karşılaştım.
Evet... Bu o’ydu.
Dünkü kadın. En son ilkokuldayken, “unutmak” fiilini çektiren o kadın. Hercaî menekşelerin pisliğe ortak ettiği, belki “Chat Noir” kokan o kadın.
Kullandığım pat pudranın tonu kalmamış. Olacak şey mi yani? Koskoca Charles’da da kalmadıysa, nereden bulacağım ben bu lanet şeyi?
“Bekle”dedi. “Bekleyeyim de, gelir mi acaba? Ya bulunmazsa? Ya artık üretmiyorlarsa... İki ton koyusu, siyahla beyazı buluşturabilir mi?
Yaşanacak yer olmaktan çıktı burası. Ah Tevfik, ahhh!...”
“Ahhh...” dedi korkuyla. Kısa saçlı, koca gözlü bir kız, tam basamakların önündeydi. Allahtan atik davranmış, son basamakta durabilmişti. Kız öylece bakıyordu. Yüzündeki derin yarıklar, kırçıl başıyla, adını hatırlayamadığı Fransız ressamın “fener ve martılar” tablosunu anımsatmıştı.
Akşam alacası olmasına rağmen o resimde hiç kırmızı yoktu.
“Gabriel’e inat” dedi.
Düşüncelerinde adamı sordu kadına. Tüm gece Verlain’nı kıskandıran adamı.
Kızın gözleri Adeviye’nin gözlerine benziyordu. Şöyle badem, böyle süzgün... Bu bakışları çok iyi biliyordu ve artık arayan bakışlar istemiyordu... Anlatabilirim belki diye düşündü. Ancak kız anlamsız bakıyordu. Aynı hizmetçi kız gibi.
“Allık sürmüş güya haspam!
Anaları gibi rüküşler,
Canın cehenneme bête!”
Bir kadın çizecektim. Ona inat, Gabriel’in istediği gibi kızıl kırmızı.
Ocak 2003
Ankara
YÜZÜME YAKLAŞMA
Ablam gelmişti. Son beş yıldır birlikte değildik. Aslında birlikteydik, sanki mutlu bir aile gibi. Ama değildik İş için farklı şehirlerdeydik. Hatta o, okumak için başka bir memlekete bile gitmişti. İki yıl hiç yoktu annemin evinde. Babam da, ben de yoktuk o evde. Ama aileydik işte.
Annem, babamla evlendiğine ya da ne bileyim, otuz yıldır onu terk etmediğine göre güçlü bir kadındı herhalde.
Ben zordum, ablam değil. Başım kocamanmış ve anamın canını çok acıtmışım.
Başım hâlâ kocaman.
Ablam hep mükemmeldi. O, doğru ve iyiydi. Üniversiteye gitmişti. Bense, kazandığım bölüme bile ancak iki ay dayanabilmiştim. Onu okuttular, ama ben çalışmak zorunda kaldım. İstediğim yeri bitirsem de para kazanamazmışım. Zaten beni orada okutacak kadar paraları yokmuş, ya da yetiremezlermiş ay sonunu. Böyle demişti babam bir akşam yemeğinde.
Babam dünyasından bizi hep uzak tutmuştu. Sertti, kararları doğruydu. Ne iş yaptığını bile yirmi üç yaşımda öğrenmiştim. Hiç kimsenin öğrenmek istemediği bir şeydi. Tehlikeli bir iş.
Nasıl yani?” diye sormayın işte.
Lanet olasının işini hiç bilmek istemiyordum ama bir gün öğrettiler. Ve başım; anamın apış arasını acıtan kocabaşım öğrendi, her şeyin gösterilenden ne kadar kötü, belki komik -evet komik-, ama gerçek olduğunu ve aslında ne kadar tuhaf bir aile olduğumuzu.
Babam bir ara işi için bar kadınlarını kullanıyormuş. Sonra o kadınlar bildiklerini bizimkilere -kimse onlar?- anlatıyorlarmış.
Hiçbir şey anlamamıştım. Anneme soramıyordum. Evde böylesi konuları konuşmak yasaktı.
Babam en son, ben on beş yaşımdayken dans etmişti. Ve sanırım çok sarhoştu.
Hiç, çok sarhoş olmamış olduğumu düşünebilirsiniz. Ama yanılıyorsunuz. Lise sonların veda gecesinde, sevgilimle birlikte votka içip sarhoş olmuştuk.
Ve yapış yapış bir dans sonunda, ancak Müdür ayırabilmişti koca kafamı ondan. Belki o yüzden, babamın sarhoşluğunu ve inanılmaz dansını hatırlayabiliyor ve anlayabiliyorum.
O gece, annem soran gözlerle bana bakıyordu. Böyle olduğu zamanlarda ona dayanamıyordum. “Ben nereden bileyim, o senin kocan” diyen keskin bakışlarım onu hiç tatmin etmemişti. Küçük ve son olan bendim ya, belki bir bakıma hisseder ve anlardım Onun çılgın gibi dans etmesini.
Ama anlamamıştım.
Sallanıyorum istekli. Erkeklerden biri boynumu öpüyor. Aldırmıyorum, hatta sıkılıyorum, ağzı kanyak kokuyor. İçim kalktı. Gözlerim karşı duvarda, NYMPHAEA tablosundaki kadının küçük ayaklarında. Ressam ince elemiş sık dokumuş renkleri, küçük kutucuklar yapıp içine hapsetmiş. Her yer benek. Renkli benekler. Siyah yok. Sallanıyorum. Janis Joplin coşuyor. Az evvel içtiğim sarmanın etkisi biliyorum. Ağırım. Gözlerim kocaman. Kafam zaten kocaman.
Küçük benekler büyüyüp koca benekler oluyor. Büyüyorum ya...
Dilim ağzıma sığmıyor. Tükürüp atmak geliyor içimden.
Mehmet’e dilimi çıkarıyorum. Beyaz, pütürlü dilime şaşkın şaşkın bakıyor. Dilim sesime küsmüş. İnliyorum ara ara.
Öylece sallanıyordu pistte. Bir kukla gibi. Kendinden bağımsız devinen kolları, bacakları ve başı vardı. Annem beni suçluyordu ama onun da başı kocamandı benim gibi. O da aynı adı taşıdığım babaannemi zorlamıştı çıkarken.
Babaannem, adaşım. Koca gözleri neredeyse roman yazmış. Görmedim onu hiç. Babam altısındaymış, dans etmekten yorulup atkılı ayakkabılarını, fistolu eteğini ve lanet kafasını bana ödünç bırakıp gittiğinde. Babam hariç, kimse hakkında konuşmaz.
"Neden” diye soramıyorum. Herkes sus pus olmuş, konuşmuyor inatla. Annem kaş göz işaretleri yapıyor. Aynen cevap veriyorum soruyla. İçki masasından mutfağa çekilip, artıkları bir tabakta öbeklenmiş barbun kafaları arasında, annem çıtlatıyor işin aslını.
“İşveli kadın babaannemi evermişler kendinden hayli yaşlı bir adamla” diyeceğimi sanıyorsunuz ama öyle değil işte işin aslı. Osman dedem güçlü kuvvetli bayağı da yakışıklı bir adammış. Ama adaşım dans etmeyi seviyor. Kasabanın en yakışıklısı, kendinden beş yaş küçük, kaymakamın oğlu Ethem de çok güzel dans ediyor...
Cumhuriyet Baloları’nda babaannemin gözü bizim Ethem’de. Sonra? Sonrası, işte orası muamma. Anlatılan buraya kadar. Annem de “Bu kadar biliyorum” diyor ve usulca gülümsüyor boşalmış bir şişe şarabın gerisinden.
Gizemli kadınmış babaannem. Sahne almanın yitik bir doğurganlığı varmış onda. Ruhun çelmesi, duyguların orospuluğu. Bu öğretilmez bence.
Doğurganlığı, -karın çeperlerinden kopan, acıtan, bağırtan, yırtılarak çıkan bir mirasın, yeni bir hayatın- elindeki tek silahı olmalı. Yani, bilinçdışı bir kendini yaratma.
Sonuç; babam.
En son ben, on beş yaşımdayken dans eden babam. Sonrasını görmedim, bilmiyorum. Ama herhalde öylesi bir salınım hiç olmamıştır hayatında.
Aile dansı seviyor diyorum içimden. En büyük amcam da dans edermiş kundaktan beri. “Savaş” adı. Yelken kulaklı. Kırmızı düşkünü. Bir evi var memlekette, tamamı kırmızı. Yanık ezeli. Yüzyıllardır görüşmüyoruz. Babam arada bir gittiğinde uğruyor. Sadece beni soruyormuş. Gitmek istiyorum, ama kırmızı beni esrikleştirir de hep onunla kalırım diye korkuyorum.
Mehmet’in yüzü kırmızı, saçları koyu siyah. Vuruyor yeşil gözleri yerden yere. O da çekti üç dört nefes. Bir erkek habire boynumu öpüyor. Her yer leş gibi kanyak kokuyor. Mehmet yüzüme yaklaşıyor.
Ablam geldi demiştim. Herkesin aynı olduğu o eve, deniz gözlü ablam geldi. Güzel bir yemek masası, annemin yapmacık mutluluğu, babamın hiç unutmadığı kendine yapılan haksızlık öyküleri, beni evde bekleyen sevgilim... Ne kadar yabancıydık birbirimize. Ada usulü pişmiş rosto bile, birlikteliğimizi öykülemiyordu. Hani yüklemler hep “dı” ardılıyla başlar ya... Annem, nenem gibi rosto yapamıyordu. Babam, babaannem gibi dans edemiyordu. Ablam okul birincisiydi. Bense duygularımı ancak üçgenlere yükleyip, anlatamıyor ama resim yaptığımı sanıyordum. On dokuzuncu yüzyıl Rus yazarları gibi ilkönce kendimizi, sonra birlikte yaşadıklarımızı kandırıyorduk.
Önceleri ablam, yenilginin öğretisini tattı. Annem “fallus”undan oldu kırk beşinde. Sonra dans edemediğim, ama bir kadın olarak hep reverans yapan ben; ilk dansımı, -belki komparsitamı-, kumral saçlı sevgilimi kaybettim.
Her gece, sevişmeden önce elimde bir megafon onu dansa davet ediyordum ama o, bir soylu değildi. Boğazından prangalanmış bir erkek Carmen gibiydi. Dişiliğim ne zaman çekse, acıtıyorsun deyip kaçardı. Uysal bir Ankara kedisi misali yeşil gözleri, yırtan, acıtan, terk eden bir vaşağa dönüşüverdi o gün.
Kara, kapkara bir gölgeydi kapıda bekleyen. Adaşım geldi aklıma. “Haydi, dans et” diye bağırıyordu şeytan. İç gıcıklayıcı bir şeftaliyi andıran ensesini gördüm kapıyı kapattıktan sonra.
Kışın ortasında şeftali...
Ağzım sulanmıştı.
İblis iş başındaydı.
Kara gölgesi; Nymphaea’nın önündeydi. Orada konuşacaktı. Yıllardır ellemediğim tahta boya kutum, salonun ortasında açıkta duruyordu. Kırmızı tüp açılmış, belli ki koklanmıştı. Eli, kırmızının yangınını saklamak ister gibi cebindeydi. Hep kara üçgenler vardı hayatımda son dokuz yıldır. Renkleri unutmuştum. Kırmızı zaten mahkûmdu.
Elini çıkarıyor. Acı... Biber kırmızı. Gerçek... Evet ya gerçek... Bir şeyler var... Amcam Savaş... Kırmızı ev... İblis koşuyor... Babam dansa başladı...
Yüzü, gözbebeklerimin içine acımasız bir bıçak gibi giriyor. Ağzımın yayvanlaşamasını önleyemiyorum. Umurumda da değil açıkçası. Bir nefes daha alıyorum sigaradan...
Odadakiler coşmuş. Köşedeki divanda oturan kırmızılı karı, fingirdeyerek yanındaki karıya sırnaşıyor, ucuz etlerini örten giysileri birbirlerinin kadınlıklarını tutuşturuyor.
Bulanık bir tuval gibi her yer. Köşelerin renkleri bir bir değişiyor. Köşeler kaçıyor. Acıtmıyor artık eskisi gibi. Sağa sola atılmış ufak tefek mor lekeler. İçleri göz göz olmuş insansı silüetler. Devinimleri yavaşlamış erkek müsveddeleri.
Desenler âleminde bir yalanlar topluluğu. “Çizgilerle fazla oynama. Zorlama onları kendin gibi. Bırak konuşsunlar, madem sen konuşmuyorsun. “Renkleri sevmezsin zaten... Hele kırmızıyı...”
Kim konuştu?
Eskilerden biri.
Desen hocam!
Bir nefes daha.
Her yerde karnaval var. Sarılar, maviler, iğrenç morlar. NYMPHAEA’nın güdük ayakları. Aynı Sinan’nın küçük erkek ayakları gibi. Kızıl saçlarının karnıma sürünmesi. Kadınlığımı tutuşturan zımparayı andırır, aynı renkteki sakalları... Kızıl kırmızı onlar da.
Tuvalden pul pul olup, dökülen çocuksu yüzü yastığımın kenarında.
“Ayrılalım” dedi aniden. Prangalarından kurtulmuş gibiydi. İşte şimdi, başkaldıran güzel Carmen di o.
Erkek olsaydım o tokatı atar mıydım?
“Neden?” diye soramadığım çelik bir mühürle kapalıydı ağzım. Soru işaretleri hep benim kafamdaydı ve dilime değmemişti gerçek tadı.
Gözlerim kudurmasın diye başım yardıma koşmuş, ilk ve son defa işe yaramıştı.
Koca kafam önüme bakıyordu.
Uyuşma kollarıma, oradan tüm vücuduma yayılıyordu. Adaşım geldi düştü aklıma. Gittiğindeki yaşı, yaşıma daha vardı.
Ama benim emaneti bırakacak koca kafalı bir oğlum yoktu.
Mehmet’e yüzüme yaklaşma diye bağırdım.
Annem, babamla evlendiğine ya da ne bileyim, otuz yıldır onu terk etmediğine göre güçlü bir kadındı herhalde.
Ben zordum, ablam değil. Başım kocamanmış ve anamın canını çok acıtmışım.
Başım hâlâ kocaman.
Ablam hep mükemmeldi. O, doğru ve iyiydi. Üniversiteye gitmişti. Bense, kazandığım bölüme bile ancak iki ay dayanabilmiştim. Onu okuttular, ama ben çalışmak zorunda kaldım. İstediğim yeri bitirsem de para kazanamazmışım. Zaten beni orada okutacak kadar paraları yokmuş, ya da yetiremezlermiş ay sonunu. Böyle demişti babam bir akşam yemeğinde.
Babam dünyasından bizi hep uzak tutmuştu. Sertti, kararları doğruydu. Ne iş yaptığını bile yirmi üç yaşımda öğrenmiştim. Hiç kimsenin öğrenmek istemediği bir şeydi. Tehlikeli bir iş.
Nasıl yani?” diye sormayın işte.
Lanet olasının işini hiç bilmek istemiyordum ama bir gün öğrettiler. Ve başım; anamın apış arasını acıtan kocabaşım öğrendi, her şeyin gösterilenden ne kadar kötü, belki komik -evet komik-, ama gerçek olduğunu ve aslında ne kadar tuhaf bir aile olduğumuzu.
Babam bir ara işi için bar kadınlarını kullanıyormuş. Sonra o kadınlar bildiklerini bizimkilere -kimse onlar?- anlatıyorlarmış.
Hiçbir şey anlamamıştım. Anneme soramıyordum. Evde böylesi konuları konuşmak yasaktı.
Babam en son, ben on beş yaşımdayken dans etmişti. Ve sanırım çok sarhoştu.
Hiç, çok sarhoş olmamış olduğumu düşünebilirsiniz. Ama yanılıyorsunuz. Lise sonların veda gecesinde, sevgilimle birlikte votka içip sarhoş olmuştuk.
Ve yapış yapış bir dans sonunda, ancak Müdür ayırabilmişti koca kafamı ondan. Belki o yüzden, babamın sarhoşluğunu ve inanılmaz dansını hatırlayabiliyor ve anlayabiliyorum.
O gece, annem soran gözlerle bana bakıyordu. Böyle olduğu zamanlarda ona dayanamıyordum. “Ben nereden bileyim, o senin kocan” diyen keskin bakışlarım onu hiç tatmin etmemişti. Küçük ve son olan bendim ya, belki bir bakıma hisseder ve anlardım Onun çılgın gibi dans etmesini.
Ama anlamamıştım.
Sallanıyorum istekli. Erkeklerden biri boynumu öpüyor. Aldırmıyorum, hatta sıkılıyorum, ağzı kanyak kokuyor. İçim kalktı. Gözlerim karşı duvarda, NYMPHAEA tablosundaki kadının küçük ayaklarında. Ressam ince elemiş sık dokumuş renkleri, küçük kutucuklar yapıp içine hapsetmiş. Her yer benek. Renkli benekler. Siyah yok. Sallanıyorum. Janis Joplin coşuyor. Az evvel içtiğim sarmanın etkisi biliyorum. Ağırım. Gözlerim kocaman. Kafam zaten kocaman.
Küçük benekler büyüyüp koca benekler oluyor. Büyüyorum ya...
Dilim ağzıma sığmıyor. Tükürüp atmak geliyor içimden.
Mehmet’e dilimi çıkarıyorum. Beyaz, pütürlü dilime şaşkın şaşkın bakıyor. Dilim sesime küsmüş. İnliyorum ara ara.
Öylece sallanıyordu pistte. Bir kukla gibi. Kendinden bağımsız devinen kolları, bacakları ve başı vardı. Annem beni suçluyordu ama onun da başı kocamandı benim gibi. O da aynı adı taşıdığım babaannemi zorlamıştı çıkarken.
Babaannem, adaşım. Koca gözleri neredeyse roman yazmış. Görmedim onu hiç. Babam altısındaymış, dans etmekten yorulup atkılı ayakkabılarını, fistolu eteğini ve lanet kafasını bana ödünç bırakıp gittiğinde. Babam hariç, kimse hakkında konuşmaz.
"Neden” diye soramıyorum. Herkes sus pus olmuş, konuşmuyor inatla. Annem kaş göz işaretleri yapıyor. Aynen cevap veriyorum soruyla. İçki masasından mutfağa çekilip, artıkları bir tabakta öbeklenmiş barbun kafaları arasında, annem çıtlatıyor işin aslını.
“İşveli kadın babaannemi evermişler kendinden hayli yaşlı bir adamla” diyeceğimi sanıyorsunuz ama öyle değil işte işin aslı. Osman dedem güçlü kuvvetli bayağı da yakışıklı bir adammış. Ama adaşım dans etmeyi seviyor. Kasabanın en yakışıklısı, kendinden beş yaş küçük, kaymakamın oğlu Ethem de çok güzel dans ediyor...
Cumhuriyet Baloları’nda babaannemin gözü bizim Ethem’de. Sonra? Sonrası, işte orası muamma. Anlatılan buraya kadar. Annem de “Bu kadar biliyorum” diyor ve usulca gülümsüyor boşalmış bir şişe şarabın gerisinden.
Gizemli kadınmış babaannem. Sahne almanın yitik bir doğurganlığı varmış onda. Ruhun çelmesi, duyguların orospuluğu. Bu öğretilmez bence.
Doğurganlığı, -karın çeperlerinden kopan, acıtan, bağırtan, yırtılarak çıkan bir mirasın, yeni bir hayatın- elindeki tek silahı olmalı. Yani, bilinçdışı bir kendini yaratma.
Sonuç; babam.
En son ben, on beş yaşımdayken dans eden babam. Sonrasını görmedim, bilmiyorum. Ama herhalde öylesi bir salınım hiç olmamıştır hayatında.
Aile dansı seviyor diyorum içimden. En büyük amcam da dans edermiş kundaktan beri. “Savaş” adı. Yelken kulaklı. Kırmızı düşkünü. Bir evi var memlekette, tamamı kırmızı. Yanık ezeli. Yüzyıllardır görüşmüyoruz. Babam arada bir gittiğinde uğruyor. Sadece beni soruyormuş. Gitmek istiyorum, ama kırmızı beni esrikleştirir de hep onunla kalırım diye korkuyorum.
Mehmet’in yüzü kırmızı, saçları koyu siyah. Vuruyor yeşil gözleri yerden yere. O da çekti üç dört nefes. Bir erkek habire boynumu öpüyor. Her yer leş gibi kanyak kokuyor. Mehmet yüzüme yaklaşıyor.
Ablam geldi demiştim. Herkesin aynı olduğu o eve, deniz gözlü ablam geldi. Güzel bir yemek masası, annemin yapmacık mutluluğu, babamın hiç unutmadığı kendine yapılan haksızlık öyküleri, beni evde bekleyen sevgilim... Ne kadar yabancıydık birbirimize. Ada usulü pişmiş rosto bile, birlikteliğimizi öykülemiyordu. Hani yüklemler hep “dı” ardılıyla başlar ya... Annem, nenem gibi rosto yapamıyordu. Babam, babaannem gibi dans edemiyordu. Ablam okul birincisiydi. Bense duygularımı ancak üçgenlere yükleyip, anlatamıyor ama resim yaptığımı sanıyordum. On dokuzuncu yüzyıl Rus yazarları gibi ilkönce kendimizi, sonra birlikte yaşadıklarımızı kandırıyorduk.
Önceleri ablam, yenilginin öğretisini tattı. Annem “fallus”undan oldu kırk beşinde. Sonra dans edemediğim, ama bir kadın olarak hep reverans yapan ben; ilk dansımı, -belki komparsitamı-, kumral saçlı sevgilimi kaybettim.
Her gece, sevişmeden önce elimde bir megafon onu dansa davet ediyordum ama o, bir soylu değildi. Boğazından prangalanmış bir erkek Carmen gibiydi. Dişiliğim ne zaman çekse, acıtıyorsun deyip kaçardı. Uysal bir Ankara kedisi misali yeşil gözleri, yırtan, acıtan, terk eden bir vaşağa dönüşüverdi o gün.
Kara, kapkara bir gölgeydi kapıda bekleyen. Adaşım geldi aklıma. “Haydi, dans et” diye bağırıyordu şeytan. İç gıcıklayıcı bir şeftaliyi andıran ensesini gördüm kapıyı kapattıktan sonra.
Kışın ortasında şeftali...
Ağzım sulanmıştı.
İblis iş başındaydı.
Kara gölgesi; Nymphaea’nın önündeydi. Orada konuşacaktı. Yıllardır ellemediğim tahta boya kutum, salonun ortasında açıkta duruyordu. Kırmızı tüp açılmış, belli ki koklanmıştı. Eli, kırmızının yangınını saklamak ister gibi cebindeydi. Hep kara üçgenler vardı hayatımda son dokuz yıldır. Renkleri unutmuştum. Kırmızı zaten mahkûmdu.
Elini çıkarıyor. Acı... Biber kırmızı. Gerçek... Evet ya gerçek... Bir şeyler var... Amcam Savaş... Kırmızı ev... İblis koşuyor... Babam dansa başladı...
Yüzü, gözbebeklerimin içine acımasız bir bıçak gibi giriyor. Ağzımın yayvanlaşamasını önleyemiyorum. Umurumda da değil açıkçası. Bir nefes daha alıyorum sigaradan...
Odadakiler coşmuş. Köşedeki divanda oturan kırmızılı karı, fingirdeyerek yanındaki karıya sırnaşıyor, ucuz etlerini örten giysileri birbirlerinin kadınlıklarını tutuşturuyor.
Bulanık bir tuval gibi her yer. Köşelerin renkleri bir bir değişiyor. Köşeler kaçıyor. Acıtmıyor artık eskisi gibi. Sağa sola atılmış ufak tefek mor lekeler. İçleri göz göz olmuş insansı silüetler. Devinimleri yavaşlamış erkek müsveddeleri.
Desenler âleminde bir yalanlar topluluğu. “Çizgilerle fazla oynama. Zorlama onları kendin gibi. Bırak konuşsunlar, madem sen konuşmuyorsun. “Renkleri sevmezsin zaten... Hele kırmızıyı...”
Kim konuştu?
Eskilerden biri.
Desen hocam!
Bir nefes daha.
Her yerde karnaval var. Sarılar, maviler, iğrenç morlar. NYMPHAEA’nın güdük ayakları. Aynı Sinan’nın küçük erkek ayakları gibi. Kızıl saçlarının karnıma sürünmesi. Kadınlığımı tutuşturan zımparayı andırır, aynı renkteki sakalları... Kızıl kırmızı onlar da.
Tuvalden pul pul olup, dökülen çocuksu yüzü yastığımın kenarında.
“Ayrılalım” dedi aniden. Prangalarından kurtulmuş gibiydi. İşte şimdi, başkaldıran güzel Carmen di o.
Erkek olsaydım o tokatı atar mıydım?
“Neden?” diye soramadığım çelik bir mühürle kapalıydı ağzım. Soru işaretleri hep benim kafamdaydı ve dilime değmemişti gerçek tadı.
Gözlerim kudurmasın diye başım yardıma koşmuş, ilk ve son defa işe yaramıştı.
Koca kafam önüme bakıyordu.
Uyuşma kollarıma, oradan tüm vücuduma yayılıyordu. Adaşım geldi düştü aklıma. Gittiğindeki yaşı, yaşıma daha vardı.
Ama benim emaneti bırakacak koca kafalı bir oğlum yoktu.
Mehmet’e yüzüme yaklaşma diye bağırdım.
Ağustos 2002
Ankara
KANYAK ŞİŞESİNDEKİ HİKÂYE
Hayatın bize gerçek diye yutturduğu yalanları ki bu yalanlar hayata bağlanmamızı sağlar, John Barleycorn tüm gerçek yanlarıyla göz önüne serer.
Kafamı kaldırıp, okulun ağır demir kapısının iki yanında yukarıya yükselen mitolojik devleri andıran çınar ağaçlarına baktım. İnsanın kemiklerini donduran ayaz dalga dalga yayılıyordu.
Bu şehrin kışlarının; sevgisizlik içinde titreyen bizlerin, geceleri yatakhanenin en az iki karış aralık tahta kapısından süzülüp açıkta kalmış pembe topuklarımızı nasıl yaladığını hatırlıyorum.
Bahçe kapısından içeriye doğru yürüdüm. Kayrak taşlı, en az iki metrelik yolun kenarlarına, aralıklarla öbeklenmiş çürük yaprak yığınlarını görünce gülümsedim.
İhtiyar Rüstem Efendinin, Müdürün zoruyla sfenks’in pençeleri kadar büyük bir tırmıkla tüm yaprakları; ağzında ikinci sigarasıyla taradığını ve yaptığı yorucu işi göstermek için olsa gerek, taş yolun her iki yanına öbeklediğini, bahara kadar da ellemediğini hatırladım.
Her sabah müdür ve öğretmenlerin okula gelişleri sırasında, meçhul asker anıtını zorla selamlamalarını ister gibi, yığınları tekrar tekrar kabartır, ela gözlerini Müdüre dikerek başıyla beraber hafifçe öne eğilirdi. Eğleniyordu bu seremoniyle. Belki de için için alay ediyordu.
Bir keresinde, akşamüstü kapıya kadar koşup, iki numara büyük ayakkabımın kenarından itina ile çıkardığım sigarayı içerken, sessizce arkamdan yaklaşmış “ Ne ülen? Kaçmaya mı çalışıyon yoksa?” demişti.
Sona gelmiş ikincimi, usta bir hareketle avucumun arasına saklamış, “ yok be!”diye cevap vermiştim. Avucumdan tüten gri duman öylesi bir ele verme oyunu oynuyordu ki, kulak memelerim, olgunlaşmış küçük kızılcık tanelerini andırıyordu.
“ Haa… cigara içiyon. İç iç.” dedi. Elimi biraz korkak biraz da hevesle dudaklarıma götürdüm. Kendisi de bir tane yaktı. Sonra duvarın altında, oraya buraya atılmış bir sürü kazmanın, küreğin, altı delik teneke kovanın arasından tahta bir oturak çıkarıp oturmam için işaret etti. Çaresiz bir boyun eğişti benimkisi. Oturdum.
“ Nerelisin sen.?” diye sordu. Uzak kasabamın adını söyledim. “Biliyom orayı. Askerde arkadaşım oralıydı. Hem yeşil hem karaymış. Doğrumu?” dedi.
Gözlerim buğulanmıştı.
İs kokan kasabamı hatırladım. Çelik çomaklı çocuk seslerinin, nenemin yanık türkü sesine karıştığı, ekşimsi ekmek hamurlarının kokusunun kol gezdiği taş avlularıyla, Hamız Dağının eteklerine yayılan kasabamı.
Uzaktan zilin sesi geliyordu. Aceleyle kalktım. Ayağımdan kaçıp başka bir ayak bulacakmış gibi isteksiz davranan pabuçlarımın bağlarını sıkılaştırdım. Sol ayağımdaki ikinci sigarayı yokladım.
Gülmeye başladı. Daha gülerdi belki ama, nikotine küsmüş ciğerleri gülmesine de kızıyordu. Ağaçların arasından yayılan öksürük sesi daha dünmüş gibi adımlarıma eşlik ediyordu.
Hafta arası gelmediğim iyi oldu dedim kendi kendime. Aradan kaç sene geçtiğini hatırlamıyorum. Belki yirmi, belki otuz. Mermer bezeli taş bina hiç değişmemiş.
Hayatımdan onca sene koşarak uzaklaşmış, bense sadece şimdi durduğum gibi omuzlarım göçük, bir sürü kışın baharı müjdelemesine rağmen kendimi o karalıktan kurtaramadan - belki kurtarmak istemeden – ağaçlara bakmıştım.
Orada, öylece ne kadar durduğumu hatırlamıyorum.
“ Buyurun, beyim. Birine mi baktınız?” sesiyle irkildim. Kadın hademelerden biriydi. Aynı seneler evveli Rüstem Efendiye yakalandığımdaki gibi kızarıverdim. Koca adamdım ama, duygusallık yarası değil kapanmak kabuk bile bağlamamıştı.
“ Eski mezunum da.” dedim bir çırpıda. Kadın, “ yatılısı kalktı. O yüzden kimsecikler yok. Ama isterseniz şöyle geçip bir bakın.” dedi. Başımla, olur gibisinden bir şeyler dedim.
Lacivert kaşe paltolu, bu garip yüzlü adam belli ki hademe kadını pek korkutmamıştı. Oysa fer'î kaçmış gözleri, bilinmeyen bir hayvanı andırır buğulu bakışları, hele askerde, bölüğün esrarkeşi Korkut’la kavgasında, yüzünü kaşının üstünden başlayıp boydan boya yaran kasatura izi ile herkeste çekingenlik rüzgârları estirir, ancak kendisi hiç üşümezdi.
“Alıştım artık” dedi aralık dudakları. Karşıda okula adını veren ünlü şairin büstü duruyordu. Ezberci adımları, soldan yukarılara döne döne çıkan merdivenleri çıkmaya başladı. 7 fen A’nın bulunduğu üçüncü kata geldiğinde, arka bahçenin asırlık gürgenlerine bakan sınıfın, 1G sınıfı olduğunu gördü. Son onikilerin; bakalorya sınavlarının, sıradaki kopyalarıyla bilinmez yazıcılarına hep dua edilen koca 7 Fen A sınıfı, şimdi orta bir talebelerine analık, yardım ve yataklık yapıyordu demek?
Sınıfa girdi. En arka sıraya gitti. Uzun paltosunun eteklerini toplayıp bacaklarının elverdiği şekilde oturdu.
“ En baştan başlayacağım, hatırlamaya” dedi.
Sıcak bir oniki eylül günü, is kokan kasabasından geçen kara tren; kendisini ve maden demirbaşı babasını, içinde iki kat temiz elbisesi, bir tane yünlü palto, iki çift ve iki numara büyük ayakkabıları ile babasına Marshall yardımı sırasında verilmiş üç adet yün fanila ve nenesinin diktiği patiska donlarının düzgünce yerleştirildiği rengi atmış, çevresi kalın bağ urganıyla açılmasın diye sıkıca sarılmış bavuluyla birlikte alıp, bu uzak diyara getirmişti.
Adam kaydını yaptırmış, eline bir beş lira tutuşturmuş, “ Nenen merak eder, mektuplarını aksatma ha!” demiş ve arkasına bakmadan, is kokan, göçük cenneti kasabasına geri dönmüştü.
“Orada ne kadar kaldım?” diye sordu. Bir? İki? Belki üç saat.
Aynı şimdiki gibi, zaman açlıktan kıvranan bir ortaçağ canavarıymışçasına kendi kendini yiyordu sanırım.
Müdürün odasının yanındaki sırada, zamanı sayarken orta yaşlı bir öğretmen gelip beni yan binanın en üst katında bulunan yatakhaneye götürdü. En dipte örtüsü açılmamış somyayı işaret etti. Yeni gelenlere, soğuğa alışsın diye pencerenin yanındaki yatak verilirmiş. Çok sonraları birisi söyledi.
Bavulumu yatağın kenarına koydum. Yanımda yerden tavana kadar uzanan çift kanatlı pencere, açgözlü gecenin eylül serinliğine kaçamak bir işve yapıyordu. Yalnızlığın habercisi enseme ortak olmuş saç diplerimi közlüyordu sanki.
O geceyi yarı uyanık bir halde, anamın teleme peynirini andırır beyaz ellerinin ürpertici sevgisi içinde geçirdim. Sonraki geceler de ise, bir kadının bile ısıtamayacağı hışırtılı yatak çarşaflarına alıştım.
Etrafına baktı. Okulda sigara içilmez sesi kulaklarına asılıyordu. Kadın hademe ortalıkta görünmüyordu. Olsa bile kızışmış gözlerinin “sigara istiyorum ve içiyorum” buna karşı koyamayacağını düşünüp bir sigara yaktı.
Ertesi gün Tanju, yanındaki yatağa eşyalarını kendi evindeymişcesine fırlatmıştı.
“ Yenimisin sen?”
“ Evet.”
“ Belli. Sigara içiyormusun?”
“ Hayır!...”
“ Üzülme, alışırsın.”
“ Benim ona verecek param yok.”
“ Benim de yok . Zaten sen vermezsin. Büyükler alır. Kendine hemen birini bul. Hoş bulmasan da fark etmez. Onlardan birinin adamı geçen sene okuldan atıldı. O yüzden herhalde seni Con Barlikorn alır.”
Sigaradan derin bir nefes aldı. Bilinmeyen bir hayvanı andırır gözleri, sevgi ve hatırlamanın coşkusu içinde renk yitirmişti.
“ Ne korn? Ne diyon sen be?” diye bağırırken,
Tanju, serkeş bir umursamazlıkla; “ Ne bağırıyon lan! Yarın görürsün.” demiş ve evden ütülü getirdiği balıksırtı pantolonunu yatağın altına sermişti.
Tüm gece maden sinemasında seyrettiği Amerikan filmindeki adamın adını düşünmüş ve sonra onun da adının Con olduğunu hatırlamıştı. Yarın gelecekle, Amerikalının adının aynı olmasını bir türlü anlayamamış, karışık rüyalar içinde uykuya dalmıştı.
Con temiz elbiseli bir şerifti. Komançilere karşı, kasaba halkını koruyordu. Ama çok içiyordu. Içtiği viski denilen bir içkiydi. Paşa çayı gibi rengi vardı. Çayı çok içtiğinden karısı adamı terk ediyordu. O da tek başına Komançilere karşı koyuyor, ölmekten hiç korkmuyordu. Ne zaman kendi yaşlarında olan oğlunu Komançiler kaçırıyor, işte Con o zaman deliye dönüyor, oğlunu kurtarıp, karısını öpüyor ve film bitiyordu.
İkinci sigarayı da yaktı. Kendi filminin birinci düğüm noktası başlıyordu. Tıpkı, ünlü senaristin olayı kesiştirmesi ve seyirciyi tekrar filme ve konuya bağlayan yeni bir jönü ortaya çıkarması gibi. Bu senaryoda kadın yoktu. Karakterlerin ikisi de erkekti. Daha doğrusu biri kendisi, diğeri ise Con Barlikorn’du.
Canı paşa çayı istemişti. Kadın hademe ortalıkta yoktu. Usulca iç cebinden küçük şişeyi çıkardı. Acele ile bir fırt aldı. Etrafına bir daha baktı. Dedesi buna polis düdüğü derdi. Bir anda çıkan ve bir daha kulaklardan hiç gitmeyen…
Fiiiyuuuu…..
Ta ki, nezarette acılar içinde geçmişini bile sorguladıklarında, dilinin bir yerlerine takılan, tükürüp atmak için bile zaman tanınmayan, kendisine ait senaryonun ilk replikleri gibi…
Oyun, işte o zaman yazılıyordu. Fellini ya da Bergman kadar doğal, acının paylaşılabilirliliği açısından diğerlerinin hiç yadsımadığı kadar gerçek…
Tanju yanılmamıştı. Okulun ikinci gününde, mütalâa saatinde, dersliğin kapısında elleri cebinde belirmişti Con. En az yirmilerinde; hafif sakalları ile yıllardır pencere soğuğu yiyenlere, düşünceli gözlere ve kulaklara, en çokta avurtlarına inen çizgilerde vücudunu sorgulayanlara özgü kabullenmiş izler taşıyan, Komançilerle savaşan, karısını öpen kurtarıcı, bu gaga burunlu oğlandı işte.
Hafif klârk bir bakış çekmişti. Sonradan çok iyi bildiği “ dışarı gel!” demekti bu. İki numara büyük ayakkabıları elinden geldiğince bu emre boyun eğmişti.
“ Efendim.” dedi azıcıkda dayılanarak. Beriki ise hiç etkilenmemişti.
“ Yeni gelen sen misin?”
“ Evet”
“ İyi. Akşam yatmadan yemekhanenin arkasına gel. Sana diyeceklerim var.”
Polis düdüğünden bir fırt daha almıştı.
Uçkun… Adı bile kendi gibi tuhaftı. Ama okulda, bu adı ancak öğretmenler sözlü yoklamada dile getirirlerdi.
Uçkun…
Babası bitişik ilin valisiydi. Şehirde teyzesi olmasına rağmen, o yatılı kalıyordu.
Akşam yatakhane nöbetçisine ne diyeceğimi düşünüp kapının önünde volta atarken Selami yanıma yaklaşıp “ hemen in, seni bekliyor” dedi. Koşarak indim. En dip masaya oturmuş, bir sigara yakmış, ağzından garip şekilli dumanlar çıkarıyordu. Aynı filmdeki Komançilerin duman işaretleri gibiydi.
Eliyle sırayı işaret edip “ Otur ” dedi. Öylece bakıyordum. Neden sonra oturabildim.
“ Adın ne?”
“ Mehmet ”
“ Bak Memet, bundan böyle, evci çıktığında ya da seni dışarı çıkardığımda bazı şeyler yapman lazım. Onları yapacaksın. Böylece burada rahat edeceksin. Üst sınıftakiler sana sataşmayacak vs vs…” dedi. İkinci sigarayı da yaktıktan sonra yakaları kalkık ceketinin iç cebinden buruşturulmuş kesekâğıdını çıkarıp bir yudum aldı.
“ Rakı mı içiyon sen?”
“ Hadi be ya… Rakı böyle mi içilir? Baban içerken hiç görmedin mi? Kanyak bu. Al bir fırt, istersen.
“ İstemem.”
“ Sen bilirsin. Alışırsın sonraları. Hepiniz, önceleri böylesinizdir…”dedi. Bir yudum daha aldı. Sonra “ Hadi git artık.” deyip karanlık koridorda kayboldu.
On gün ortalarda hiç görünmedi. Salı gecesi, mütalâa da yine kapıdaydı. Bu arada Selâmi, diğer yeni gelen çocuklara yaptığı eziyeti bana yapamıyordu. Gizli bir anlaşma vardı sanki aramızda. İmzayı atan ise Uçkun’du.
“ Yarın sinemaya gideceğiz. Paran var mı?”
“ Evet.”
“ İyi. On kuruş.”
“ Kovboy filmi mi?”
“ Hayır. Altın arayıcıları ile ilgili bir film. Alaska’yı anlatıyor.”
“ Acı pirinç’e niye gitmiyoz? ”
“ Karı memesi seyredip ne bok yiyecen? Bunu seyredecez. Belki böylece azıcık coğrafyan ve hayal gücün gelişir. Tamam mı lan?” dedi. Sigarasını fırlatıp gitti.
Henüz sönmemiş sigarayı yerden alıp, bulaşık musluğunda ıslattım. Yaş izmariti cebime attım. Yatakhanenin ışıkları sönmüştü. El yordamıyla yatağımı bulup kafamı yastığıma gömdüm. Rüyamda nenemi gördüm. Ölmüş dedemle bir olup çıplak ayaklarıyla küçük beton havuzda üzüm eziyorlardı…
Ertesi gün, mütalâa biter bitmez yatakhanenin dış kapısında ellerim cebimde bekliyordum. On beş dakika sonra yakaları kalkık, gri pardösüsü ile karanlıkta aniden belirivermişti. Dış kapıdan Rüstem Efendinin fütursuz bakışları içinde, elimizi kolumuzu sallaya sallaya çıktık
Onun yaşlarında bir oğlandı filmin kahramanı. Macera olsun diye Alaska’ya gidip, diğer adamlarla altın arıyordu. Saçları buz tutuyor, beyaz ve koyu yeşil renklerin içinde hayatta kalmaya çalışıyordu. Bu arada yaralı bir kurdu iyileştiriyor ve yalnızlığını onunla paylaşıyordu. Onun da anası yoktu.
Gaga burnu, birbirine yakın gözleri ile kendini onunla özdeşleştirip bir heykel kadar hareketsiz durarak filmi seyretmesi ondan korkmama neden olmuştu. Film bitip de ışıklar açıldığında bir süre hareketsiz kalmış, salondan en son biz çıkmıştık. Okulun yüksek duvarlarına gelene kadar tek bir kelime etmemişti. Rüstem’in yanına gitti. Birkaç dakika konuştular. Sonra ağır demir kapıdan içeri girdik. Taşlı yolun ortasında, beni aniden bırakıp aynen akşam geldiği gibi kayboluverdi.
Hayat onunla güzel geçiyordu. İlk günlerdeki biribirimize olan çekingenliğimiz sonraları yok olmuştu. Teyzesinin büyük oğlunun bisikletini almış, Rüstem Efendiye küçük evinin kenarında durması için üç beş kuruş vermişti.
Perşembe akşamları sinemaya gitmezsek yine kaçıyor, onun en sevdiği sevgililer tepesi’ne çıkıp kanyak içiyorduk. Sonra o, bir ayağı pedalda, bisikletin ortası ile paralel hale getirdiği diğer bacağı havada, yandan görenlerin büyücek bir “T” harfine benzettikleri vücuduyla yokuş aşağıya iniyordu. Bense kahkahalarla gülerek yanında koşuyordum.
Pek konuşmayı sevmiyordu. Ama bir gün anasının -benimki gibi- kız kardeşini doğururken öldüğünü söyledi. Vali babası, tam bir sene sonra civar kasabanın kaymakamının baldızı ile evlenivermişti. O yüzden evci çıkmıyordu. Okulu bitirip, Alaska’ya giden gemilerden birinde miço olacaktı. Aynı filmdeki gibi…
Bir gün elinde eski bir dürbünle geldi. Dediğine göre büyülü bir dürbünmüş bu.
“ Anlamadım ” dedim.
“ Herşeyi yakınlaştırır ya. İşte bak. İyi bak akılsız. Alaska’yı göreceksin” deyip denize, kuzeybatıya çevirmişti küçük gövdemi. İkimiz bir filmin aynı karesinde yaşıyorduk şimdi. Birbirine yakın gözleri, özlemden birbirine biraz daha yakınlaşmış, Moby Dick’te ki gemiler - Goney, Town-Ho, Jeroboam, Soltero, Raquel…-, ile Jack London’un bütün kahramanlarının adlarını sayıklıyordu.
Onunla olmak, panayırlardaki hayal evlerine girmek gibiydi. Sırlı aynalar onun sözleriyle dile geliyordu sanki. Kâh, Kaptan Kid’in hazinesini arıyordum, kâh Cavendish’in atlılarının yitik süvarileri, kâh Kral Arthur’un Lancelot’u oluyordum.
Mütalâa da olduğum zamanlarda, O kütüphaneden aldığı macera kitaplarını okumak için büyük binanın tavanarasında oluyordu. Ama beni oraya hiç götürmedi.
Sonra kötü son geliverdi. Geldiği gibi gitti.
Sessizce….
Bisikleti ve dürbünü bana bıraktı.
Merdivenlerde ayak sesleri yankılanıyordu. Hademe kadın, başını kapıdan içeri uzattı. Tuhaf bir gülümsemeyle selamladık biribirimizi. Gitmem gerektiğini anlamıştım.
Bahçe kapısından çıkarken, içimden arkama dönüp bakmak gelmedi. Aklım ayaklarıma hükmediyordu. Eskilerin kıyıcı duygusallığı dedemin bağ orağı gibiydi.
İlk zaman hiçbir şey anlamazsınız. Sonra keskin demirin, aşk acısını andıran soğukluğu yüreğinize yerleşir. Hayaller dile gelir. Geçmişinizi, tatlı hemşirenin sıcak avuçlarını, vücudunuzun gizli kalmış yerlerinde gezinmesiyle fark edersiniz.
Sınıfın açık penceresinden iştahla içeri süzülen rüzgâr; eskileri, tahtanın tebeşir tozunu, iğdelerin iç bayıcı rahiyası ile bir hafta sonu, sahte evci kâğıtları ile kaçıp, adaya gitmemizi hatırlatmıştı.
Şehirlerarası otobüs garajına gidip, kıyı kasabasına giden ilk otobüse biniverdim. Başıboş bir gidişti benimkisi. Savrulmuş hazan yaprakları gibi kolay ve bilinen duygu sağanağı sonrası hiç değildi. Öylesine, basit denebilir cinsten. “Yersiz bir öfke seninkisi” demişti Meral. Acıları kendi bedenimden çıkarma dürtüsüydü belki.
Bilmiyorum.
Tek bildiğim, dürbün küçük el çantamdaydı. Her nasılsa uzak şehrimi, yine bir çift atlet ve donla terk ederken ilk aldığım o olmuştu.
Bir Alkoliğin Anıları.
Jack LONDON
Kafamı kaldırıp, okulun ağır demir kapısının iki yanında yukarıya yükselen mitolojik devleri andıran çınar ağaçlarına baktım. İnsanın kemiklerini donduran ayaz dalga dalga yayılıyordu.
Bu şehrin kışlarının; sevgisizlik içinde titreyen bizlerin, geceleri yatakhanenin en az iki karış aralık tahta kapısından süzülüp açıkta kalmış pembe topuklarımızı nasıl yaladığını hatırlıyorum.
Bahçe kapısından içeriye doğru yürüdüm. Kayrak taşlı, en az iki metrelik yolun kenarlarına, aralıklarla öbeklenmiş çürük yaprak yığınlarını görünce gülümsedim.
İhtiyar Rüstem Efendinin, Müdürün zoruyla sfenks’in pençeleri kadar büyük bir tırmıkla tüm yaprakları; ağzında ikinci sigarasıyla taradığını ve yaptığı yorucu işi göstermek için olsa gerek, taş yolun her iki yanına öbeklediğini, bahara kadar da ellemediğini hatırladım.
Her sabah müdür ve öğretmenlerin okula gelişleri sırasında, meçhul asker anıtını zorla selamlamalarını ister gibi, yığınları tekrar tekrar kabartır, ela gözlerini Müdüre dikerek başıyla beraber hafifçe öne eğilirdi. Eğleniyordu bu seremoniyle. Belki de için için alay ediyordu.
Bir keresinde, akşamüstü kapıya kadar koşup, iki numara büyük ayakkabımın kenarından itina ile çıkardığım sigarayı içerken, sessizce arkamdan yaklaşmış “ Ne ülen? Kaçmaya mı çalışıyon yoksa?” demişti.
Sona gelmiş ikincimi, usta bir hareketle avucumun arasına saklamış, “ yok be!”diye cevap vermiştim. Avucumdan tüten gri duman öylesi bir ele verme oyunu oynuyordu ki, kulak memelerim, olgunlaşmış küçük kızılcık tanelerini andırıyordu.
“ Haa… cigara içiyon. İç iç.” dedi. Elimi biraz korkak biraz da hevesle dudaklarıma götürdüm. Kendisi de bir tane yaktı. Sonra duvarın altında, oraya buraya atılmış bir sürü kazmanın, küreğin, altı delik teneke kovanın arasından tahta bir oturak çıkarıp oturmam için işaret etti. Çaresiz bir boyun eğişti benimkisi. Oturdum.
“ Nerelisin sen.?” diye sordu. Uzak kasabamın adını söyledim. “Biliyom orayı. Askerde arkadaşım oralıydı. Hem yeşil hem karaymış. Doğrumu?” dedi.
Gözlerim buğulanmıştı.
İs kokan kasabamı hatırladım. Çelik çomaklı çocuk seslerinin, nenemin yanık türkü sesine karıştığı, ekşimsi ekmek hamurlarının kokusunun kol gezdiği taş avlularıyla, Hamız Dağının eteklerine yayılan kasabamı.
Uzaktan zilin sesi geliyordu. Aceleyle kalktım. Ayağımdan kaçıp başka bir ayak bulacakmış gibi isteksiz davranan pabuçlarımın bağlarını sıkılaştırdım. Sol ayağımdaki ikinci sigarayı yokladım.
Gülmeye başladı. Daha gülerdi belki ama, nikotine küsmüş ciğerleri gülmesine de kızıyordu. Ağaçların arasından yayılan öksürük sesi daha dünmüş gibi adımlarıma eşlik ediyordu.
Hafta arası gelmediğim iyi oldu dedim kendi kendime. Aradan kaç sene geçtiğini hatırlamıyorum. Belki yirmi, belki otuz. Mermer bezeli taş bina hiç değişmemiş.
Hayatımdan onca sene koşarak uzaklaşmış, bense sadece şimdi durduğum gibi omuzlarım göçük, bir sürü kışın baharı müjdelemesine rağmen kendimi o karalıktan kurtaramadan - belki kurtarmak istemeden – ağaçlara bakmıştım.
Orada, öylece ne kadar durduğumu hatırlamıyorum.
“ Buyurun, beyim. Birine mi baktınız?” sesiyle irkildim. Kadın hademelerden biriydi. Aynı seneler evveli Rüstem Efendiye yakalandığımdaki gibi kızarıverdim. Koca adamdım ama, duygusallık yarası değil kapanmak kabuk bile bağlamamıştı.
“ Eski mezunum da.” dedim bir çırpıda. Kadın, “ yatılısı kalktı. O yüzden kimsecikler yok. Ama isterseniz şöyle geçip bir bakın.” dedi. Başımla, olur gibisinden bir şeyler dedim.
Lacivert kaşe paltolu, bu garip yüzlü adam belli ki hademe kadını pek korkutmamıştı. Oysa fer'î kaçmış gözleri, bilinmeyen bir hayvanı andırır buğulu bakışları, hele askerde, bölüğün esrarkeşi Korkut’la kavgasında, yüzünü kaşının üstünden başlayıp boydan boya yaran kasatura izi ile herkeste çekingenlik rüzgârları estirir, ancak kendisi hiç üşümezdi.
“Alıştım artık” dedi aralık dudakları. Karşıda okula adını veren ünlü şairin büstü duruyordu. Ezberci adımları, soldan yukarılara döne döne çıkan merdivenleri çıkmaya başladı. 7 fen A’nın bulunduğu üçüncü kata geldiğinde, arka bahçenin asırlık gürgenlerine bakan sınıfın, 1G sınıfı olduğunu gördü. Son onikilerin; bakalorya sınavlarının, sıradaki kopyalarıyla bilinmez yazıcılarına hep dua edilen koca 7 Fen A sınıfı, şimdi orta bir talebelerine analık, yardım ve yataklık yapıyordu demek?
Sınıfa girdi. En arka sıraya gitti. Uzun paltosunun eteklerini toplayıp bacaklarının elverdiği şekilde oturdu.
“ En baştan başlayacağım, hatırlamaya” dedi.
Sıcak bir oniki eylül günü, is kokan kasabasından geçen kara tren; kendisini ve maden demirbaşı babasını, içinde iki kat temiz elbisesi, bir tane yünlü palto, iki çift ve iki numara büyük ayakkabıları ile babasına Marshall yardımı sırasında verilmiş üç adet yün fanila ve nenesinin diktiği patiska donlarının düzgünce yerleştirildiği rengi atmış, çevresi kalın bağ urganıyla açılmasın diye sıkıca sarılmış bavuluyla birlikte alıp, bu uzak diyara getirmişti.
Adam kaydını yaptırmış, eline bir beş lira tutuşturmuş, “ Nenen merak eder, mektuplarını aksatma ha!” demiş ve arkasına bakmadan, is kokan, göçük cenneti kasabasına geri dönmüştü.
“Orada ne kadar kaldım?” diye sordu. Bir? İki? Belki üç saat.
Aynı şimdiki gibi, zaman açlıktan kıvranan bir ortaçağ canavarıymışçasına kendi kendini yiyordu sanırım.
Müdürün odasının yanındaki sırada, zamanı sayarken orta yaşlı bir öğretmen gelip beni yan binanın en üst katında bulunan yatakhaneye götürdü. En dipte örtüsü açılmamış somyayı işaret etti. Yeni gelenlere, soğuğa alışsın diye pencerenin yanındaki yatak verilirmiş. Çok sonraları birisi söyledi.
Bavulumu yatağın kenarına koydum. Yanımda yerden tavana kadar uzanan çift kanatlı pencere, açgözlü gecenin eylül serinliğine kaçamak bir işve yapıyordu. Yalnızlığın habercisi enseme ortak olmuş saç diplerimi közlüyordu sanki.
O geceyi yarı uyanık bir halde, anamın teleme peynirini andırır beyaz ellerinin ürpertici sevgisi içinde geçirdim. Sonraki geceler de ise, bir kadının bile ısıtamayacağı hışırtılı yatak çarşaflarına alıştım.
Etrafına baktı. Okulda sigara içilmez sesi kulaklarına asılıyordu. Kadın hademe ortalıkta görünmüyordu. Olsa bile kızışmış gözlerinin “sigara istiyorum ve içiyorum” buna karşı koyamayacağını düşünüp bir sigara yaktı.
Ertesi gün Tanju, yanındaki yatağa eşyalarını kendi evindeymişcesine fırlatmıştı.
“ Yenimisin sen?”
“ Evet.”
“ Belli. Sigara içiyormusun?”
“ Hayır!...”
“ Üzülme, alışırsın.”
“ Benim ona verecek param yok.”
“ Benim de yok . Zaten sen vermezsin. Büyükler alır. Kendine hemen birini bul. Hoş bulmasan da fark etmez. Onlardan birinin adamı geçen sene okuldan atıldı. O yüzden herhalde seni Con Barlikorn alır.”
Sigaradan derin bir nefes aldı. Bilinmeyen bir hayvanı andırır gözleri, sevgi ve hatırlamanın coşkusu içinde renk yitirmişti.
“ Ne korn? Ne diyon sen be?” diye bağırırken,
Tanju, serkeş bir umursamazlıkla; “ Ne bağırıyon lan! Yarın görürsün.” demiş ve evden ütülü getirdiği balıksırtı pantolonunu yatağın altına sermişti.
Tüm gece maden sinemasında seyrettiği Amerikan filmindeki adamın adını düşünmüş ve sonra onun da adının Con olduğunu hatırlamıştı. Yarın gelecekle, Amerikalının adının aynı olmasını bir türlü anlayamamış, karışık rüyalar içinde uykuya dalmıştı.
Con temiz elbiseli bir şerifti. Komançilere karşı, kasaba halkını koruyordu. Ama çok içiyordu. Içtiği viski denilen bir içkiydi. Paşa çayı gibi rengi vardı. Çayı çok içtiğinden karısı adamı terk ediyordu. O da tek başına Komançilere karşı koyuyor, ölmekten hiç korkmuyordu. Ne zaman kendi yaşlarında olan oğlunu Komançiler kaçırıyor, işte Con o zaman deliye dönüyor, oğlunu kurtarıp, karısını öpüyor ve film bitiyordu.
İkinci sigarayı da yaktı. Kendi filminin birinci düğüm noktası başlıyordu. Tıpkı, ünlü senaristin olayı kesiştirmesi ve seyirciyi tekrar filme ve konuya bağlayan yeni bir jönü ortaya çıkarması gibi. Bu senaryoda kadın yoktu. Karakterlerin ikisi de erkekti. Daha doğrusu biri kendisi, diğeri ise Con Barlikorn’du.
Canı paşa çayı istemişti. Kadın hademe ortalıkta yoktu. Usulca iç cebinden küçük şişeyi çıkardı. Acele ile bir fırt aldı. Etrafına bir daha baktı. Dedesi buna polis düdüğü derdi. Bir anda çıkan ve bir daha kulaklardan hiç gitmeyen…
Fiiiyuuuu…..
Ta ki, nezarette acılar içinde geçmişini bile sorguladıklarında, dilinin bir yerlerine takılan, tükürüp atmak için bile zaman tanınmayan, kendisine ait senaryonun ilk replikleri gibi…
Oyun, işte o zaman yazılıyordu. Fellini ya da Bergman kadar doğal, acının paylaşılabilirliliği açısından diğerlerinin hiç yadsımadığı kadar gerçek…
Tanju yanılmamıştı. Okulun ikinci gününde, mütalâa saatinde, dersliğin kapısında elleri cebinde belirmişti Con. En az yirmilerinde; hafif sakalları ile yıllardır pencere soğuğu yiyenlere, düşünceli gözlere ve kulaklara, en çokta avurtlarına inen çizgilerde vücudunu sorgulayanlara özgü kabullenmiş izler taşıyan, Komançilerle savaşan, karısını öpen kurtarıcı, bu gaga burunlu oğlandı işte.
Hafif klârk bir bakış çekmişti. Sonradan çok iyi bildiği “ dışarı gel!” demekti bu. İki numara büyük ayakkabıları elinden geldiğince bu emre boyun eğmişti.
“ Efendim.” dedi azıcıkda dayılanarak. Beriki ise hiç etkilenmemişti.
“ Yeni gelen sen misin?”
“ Evet”
“ İyi. Akşam yatmadan yemekhanenin arkasına gel. Sana diyeceklerim var.”
Polis düdüğünden bir fırt daha almıştı.
Uçkun… Adı bile kendi gibi tuhaftı. Ama okulda, bu adı ancak öğretmenler sözlü yoklamada dile getirirlerdi.
Uçkun…
Babası bitişik ilin valisiydi. Şehirde teyzesi olmasına rağmen, o yatılı kalıyordu.
Akşam yatakhane nöbetçisine ne diyeceğimi düşünüp kapının önünde volta atarken Selami yanıma yaklaşıp “ hemen in, seni bekliyor” dedi. Koşarak indim. En dip masaya oturmuş, bir sigara yakmış, ağzından garip şekilli dumanlar çıkarıyordu. Aynı filmdeki Komançilerin duman işaretleri gibiydi.
Eliyle sırayı işaret edip “ Otur ” dedi. Öylece bakıyordum. Neden sonra oturabildim.
“ Adın ne?”
“ Mehmet ”
“ Bak Memet, bundan böyle, evci çıktığında ya da seni dışarı çıkardığımda bazı şeyler yapman lazım. Onları yapacaksın. Böylece burada rahat edeceksin. Üst sınıftakiler sana sataşmayacak vs vs…” dedi. İkinci sigarayı da yaktıktan sonra yakaları kalkık ceketinin iç cebinden buruşturulmuş kesekâğıdını çıkarıp bir yudum aldı.
“ Rakı mı içiyon sen?”
“ Hadi be ya… Rakı böyle mi içilir? Baban içerken hiç görmedin mi? Kanyak bu. Al bir fırt, istersen.
“ İstemem.”
“ Sen bilirsin. Alışırsın sonraları. Hepiniz, önceleri böylesinizdir…”dedi. Bir yudum daha aldı. Sonra “ Hadi git artık.” deyip karanlık koridorda kayboldu.
On gün ortalarda hiç görünmedi. Salı gecesi, mütalâa da yine kapıdaydı. Bu arada Selâmi, diğer yeni gelen çocuklara yaptığı eziyeti bana yapamıyordu. Gizli bir anlaşma vardı sanki aramızda. İmzayı atan ise Uçkun’du.
“ Yarın sinemaya gideceğiz. Paran var mı?”
“ Evet.”
“ İyi. On kuruş.”
“ Kovboy filmi mi?”
“ Hayır. Altın arayıcıları ile ilgili bir film. Alaska’yı anlatıyor.”
“ Acı pirinç’e niye gitmiyoz? ”
“ Karı memesi seyredip ne bok yiyecen? Bunu seyredecez. Belki böylece azıcık coğrafyan ve hayal gücün gelişir. Tamam mı lan?” dedi. Sigarasını fırlatıp gitti.
Henüz sönmemiş sigarayı yerden alıp, bulaşık musluğunda ıslattım. Yaş izmariti cebime attım. Yatakhanenin ışıkları sönmüştü. El yordamıyla yatağımı bulup kafamı yastığıma gömdüm. Rüyamda nenemi gördüm. Ölmüş dedemle bir olup çıplak ayaklarıyla küçük beton havuzda üzüm eziyorlardı…
Ertesi gün, mütalâa biter bitmez yatakhanenin dış kapısında ellerim cebimde bekliyordum. On beş dakika sonra yakaları kalkık, gri pardösüsü ile karanlıkta aniden belirivermişti. Dış kapıdan Rüstem Efendinin fütursuz bakışları içinde, elimizi kolumuzu sallaya sallaya çıktık
Onun yaşlarında bir oğlandı filmin kahramanı. Macera olsun diye Alaska’ya gidip, diğer adamlarla altın arıyordu. Saçları buz tutuyor, beyaz ve koyu yeşil renklerin içinde hayatta kalmaya çalışıyordu. Bu arada yaralı bir kurdu iyileştiriyor ve yalnızlığını onunla paylaşıyordu. Onun da anası yoktu.
Gaga burnu, birbirine yakın gözleri ile kendini onunla özdeşleştirip bir heykel kadar hareketsiz durarak filmi seyretmesi ondan korkmama neden olmuştu. Film bitip de ışıklar açıldığında bir süre hareketsiz kalmış, salondan en son biz çıkmıştık. Okulun yüksek duvarlarına gelene kadar tek bir kelime etmemişti. Rüstem’in yanına gitti. Birkaç dakika konuştular. Sonra ağır demir kapıdan içeri girdik. Taşlı yolun ortasında, beni aniden bırakıp aynen akşam geldiği gibi kayboluverdi.
Hayat onunla güzel geçiyordu. İlk günlerdeki biribirimize olan çekingenliğimiz sonraları yok olmuştu. Teyzesinin büyük oğlunun bisikletini almış, Rüstem Efendiye küçük evinin kenarında durması için üç beş kuruş vermişti.
Perşembe akşamları sinemaya gitmezsek yine kaçıyor, onun en sevdiği sevgililer tepesi’ne çıkıp kanyak içiyorduk. Sonra o, bir ayağı pedalda, bisikletin ortası ile paralel hale getirdiği diğer bacağı havada, yandan görenlerin büyücek bir “T” harfine benzettikleri vücuduyla yokuş aşağıya iniyordu. Bense kahkahalarla gülerek yanında koşuyordum.
Pek konuşmayı sevmiyordu. Ama bir gün anasının -benimki gibi- kız kardeşini doğururken öldüğünü söyledi. Vali babası, tam bir sene sonra civar kasabanın kaymakamının baldızı ile evlenivermişti. O yüzden evci çıkmıyordu. Okulu bitirip, Alaska’ya giden gemilerden birinde miço olacaktı. Aynı filmdeki gibi…
Bir gün elinde eski bir dürbünle geldi. Dediğine göre büyülü bir dürbünmüş bu.
“ Anlamadım ” dedim.
“ Herşeyi yakınlaştırır ya. İşte bak. İyi bak akılsız. Alaska’yı göreceksin” deyip denize, kuzeybatıya çevirmişti küçük gövdemi. İkimiz bir filmin aynı karesinde yaşıyorduk şimdi. Birbirine yakın gözleri, özlemden birbirine biraz daha yakınlaşmış, Moby Dick’te ki gemiler - Goney, Town-Ho, Jeroboam, Soltero, Raquel…-, ile Jack London’un bütün kahramanlarının adlarını sayıklıyordu.
Onunla olmak, panayırlardaki hayal evlerine girmek gibiydi. Sırlı aynalar onun sözleriyle dile geliyordu sanki. Kâh, Kaptan Kid’in hazinesini arıyordum, kâh Cavendish’in atlılarının yitik süvarileri, kâh Kral Arthur’un Lancelot’u oluyordum.
Mütalâa da olduğum zamanlarda, O kütüphaneden aldığı macera kitaplarını okumak için büyük binanın tavanarasında oluyordu. Ama beni oraya hiç götürmedi.
Sonra kötü son geliverdi. Geldiği gibi gitti.
Sessizce….
Bisikleti ve dürbünü bana bıraktı.
Merdivenlerde ayak sesleri yankılanıyordu. Hademe kadın, başını kapıdan içeri uzattı. Tuhaf bir gülümsemeyle selamladık biribirimizi. Gitmem gerektiğini anlamıştım.
Bahçe kapısından çıkarken, içimden arkama dönüp bakmak gelmedi. Aklım ayaklarıma hükmediyordu. Eskilerin kıyıcı duygusallığı dedemin bağ orağı gibiydi.
İlk zaman hiçbir şey anlamazsınız. Sonra keskin demirin, aşk acısını andıran soğukluğu yüreğinize yerleşir. Hayaller dile gelir. Geçmişinizi, tatlı hemşirenin sıcak avuçlarını, vücudunuzun gizli kalmış yerlerinde gezinmesiyle fark edersiniz.
Sınıfın açık penceresinden iştahla içeri süzülen rüzgâr; eskileri, tahtanın tebeşir tozunu, iğdelerin iç bayıcı rahiyası ile bir hafta sonu, sahte evci kâğıtları ile kaçıp, adaya gitmemizi hatırlatmıştı.
Şehirlerarası otobüs garajına gidip, kıyı kasabasına giden ilk otobüse biniverdim. Başıboş bir gidişti benimkisi. Savrulmuş hazan yaprakları gibi kolay ve bilinen duygu sağanağı sonrası hiç değildi. Öylesine, basit denebilir cinsten. “Yersiz bir öfke seninkisi” demişti Meral. Acıları kendi bedenimden çıkarma dürtüsüydü belki.
Bilmiyorum.
Tek bildiğim, dürbün küçük el çantamdaydı. Her nasılsa uzak şehrimi, yine bir çift atlet ve donla terk ederken ilk aldığım o olmuştu.
Şubat 2003
Ankara
ADA'YA GİDECEM
Sonbahar. İçli mevsim derler. Üzülmek ya da içlenmek için bir şeyler arayan bizlerin vazgeçilmez son üç ayları.
“Geç kaldın” dedi Hande. “ Evi boyatmak için geç kaldın. Kurur mu o ev kızım bu mevsimde? Çalışacak ırgatlar bile memleketlerine gitmiştir. Hem kolay mı o eski evin her yerinin tamiri? En son beş yıl önce sen Paris’ten tatile geldiğinde beraber gitmiştik yanlış hatırlamıyorsam. Safoş hayattaydı henüz. Çeşit çeşit böreklerin tadı hâlâ beynimin bir köşesinde. Bekle biraz daha, baharda gideriz. Yani daha kolay olur diye söylüyorum. Sen bilirsin yine de. Ancak ben bu sıralarda gelemem. Biliyorsun Ahmet’in işleri var, ben de şirketi bırakamıyorum.”
“Anlıyorum” dedim.
Ada; sonbaharda, ilkbaharda, kışta, yazda her daim güzel olur.
“Sen, Hande’ciğim; sen beş yıl evvelini, ben ise hatırlayamadığım bir zaman parçasında, yıkık dökük bir kafede, dolunay tam karşımdayken, Aznavour çalan gençliğimin kahvecisini; tahta masada içilen bir bardak şarabın onulmaz yarasında, eski sevgilimin sesini; “Adieu jolie candy” şarkısı eşliğinde bir temmuz gecesinde, karmakarışık duygularla, gerçekten olamayacak bir ilişkiye kendimi kaptırmamanın gerçekliğiyle adanın sevecenliğini kucaklayışımı hatırlıyorum” dedim içimden.
Gülümsedim.
Sonra Marcel geldi aklıma. “Gülümseme” derdi bana. “Koca gözlerinin kenarları daha da kırışıyor. Ağzını aça aça gül. İşte böyle... O zaman yüzünün tamamı deformasyona ortak oluyor. Çizdiğin kadın suratları ile özdeşleşiyorsun.”
Sevgili Marcel... Kırmızı âşığı Marcel’im benim. Ton ton kırmızıyı, biraz da karayı kullanıp içinin yangınını ve çocukluğunu annesine armağan eden, gazete kupürlerinden kesip parçaladığı babasını ise Paris’in herhangi bir sokağındaki etekli hemcinslerine peşkeş çeken, kendisine ait odalara; o harikulade tekniğiyle dalmanızı sağlayan, salonların vazgeçilmez - kendi deyimiyle boyacısı - ressamı Marcel’im benim...
Nasıl da üzülmüştü, “Ben geri gideceğim, gerçeklerimi özledim artık” dediğimde... Aslında üzülmekten öte, anlam verememişti tanıdığını sandığı ben’e. Belki benim, her yılbaşı gecesi sonunda, kucakladığım Janis Joplin CD’leriyle; yırtılmış bir ayakkabı tabanını andırır dilimin dile getirdiği o büyük özlemi, nenemin böreklerini, adanın kızıllığını, mermer ocaklarının ekşi kokusunu, arsız kedileri, Sait dedenin çılgın kıskançlığını, belki de gerçekten pantolonlu hemcinslerimi özlediğimi anlamamıştı.
“Sahi mi?” diye sormuştu o gece. “Anlatmadın. Demek o hiç kullanmadığın kırmızı, Gabriel’in hep eleştirdiği, o renksiz renk alacası bu yüzden”. “Ne güzel.” diye devam etmişti bir süre susarak.
Şaşırmıştım. Tanrım ne kadar anlayışlıydı. O yüzden mi kalmıştım bunca sene bu nehrin uğultulu homurtusu, bu şehrin uzak sevisizliği içinde?
“Ama artık döndüm” dedim kendi kendime. Hande bir şeyler anlatırken uzun uzun düşündüm bir kez daha.
Oysa bir sabah mahmurluğunda, üç şişe şarabın tatlı esrikliğinde, kabullerim aslında kararlarıma egemen olurken, “doğru bu” demiştim.
Bir kez daha Marcel’i ve kendimi yargılamanın ne anlamı vardı? Karar değil, sonuç doğruydu ve ben Adaya gidecektim. Aynı yıllar öncesi bir gece dediğim, ancak yapamayıp her şeyi terk edip başka bir yaşama gidişim gibi.
Yazılmış mıydı böyle bir hikâye?
Adaya gidecem...
Evet, pantolonlu bir hemcinsim yazmıştı. Adieu jolie candy.
Sanırım şöyleydi, bir sayfayı geçmeyip şimdiki beni anlatan ve Hande’yi şaşırtan cümleler topluluğu...
“Kaçacam buralardan” dediydi de inanmamıştım. “Alıp başımı gidecem” dediğindeyse gülme tutmuştu. “Hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı, ne yapacaksın?” diye sorduğumdaysa muzip bir gülümsemeyle, “Nenem bana bakar” dediydi.
“Adaya gidecem” dedi. “Şubatta soğuk Marmara’nın kucağına atacam kendimi.”
İçimi bir titreme aldı, dışarıda diz boyu kar vardı. Gülümseyerek suratına baktım.
“Ne var ki?” dedi. “ Ben kışın denize girmeyi çok severim. Sömestrde Adaya gittiğimde girerdik dedemle...”
“ Yok, bi'şi” dedim.
“Bıktım buralardan” diye söyleniyordu. “Riyadan, ümitsizlikten, sevip de sevilmemekten, anlayıp da anlaşılmamaktan, parasızlıktan sıkıldım” diyordu.
“Adaya gidecem” diye yineledi. “ İyi, git de, ne yapacan?” diye sordum. “ Neyle gecinecen, para falan?”
Koca gözleri ışıl ışıldı. “ Ne iş olsa yaparım. Ada bu. Eve kaparım kendimi, nenem yemek yapar, bakar bana. Dediydi zaten gel diye.”
“Resim yaparım bol bol. Eski limanın rutubetli koca taşlarına oturur, denizi, martıları, kaba balıkçılarımı, arsız kedilerimi seyrederim.
Sait’in kayığını tıraşlarım, yırtık ağlarını onarırım. Birlikte ucuz şarap içeriz, bir sürü hurda kayığın atıldığı eski kayıkhanenin nemli loş içliğinde. O, güler bana, buğulu mavi gözleriyle.”
Tuzlu sudan, onca olta kancasından çatlamış parmakları, balık artığı dolu, sözüm ona tırnakları, tuttuğu şarap bardağının kenarına içli bir Rum türküsü tutturuverir. Başım döner. Sait’in türkü sesi, Anadolu gramofonları gibi çıtır çıtırdır.
Gece ilerler, zaman geçer, kırmızıdan beyaza çalan şarap şişeleri; kimisi yan yana dik, kimisi devrik, sıralanıverirler hemen yanımızda.
Sait hiç susmaz, koca memeli kadınlardan, eskilerden konuşur durur.
Kendisininki gelir düşer aklına. Ne zamandır düşünmüyorum dese de inandırıcı değildir. Bordayı tıraşlayışı bile, o pürüzsüz kumral saçları okşar gibidir.
Daha bir daraldı içi...
“Adaya gidecem, istersen sen de gel” dedi.
“Ben ne yapacam? Senin evin, sana bakacak nenen var” dedim.
“Olsun. O, ikimize de bakar” dedi.
Gülümsedim. Önümde yarım kalmış yazıma devam ettim.
Adaya gidecem...
Evet, “adaya gidecem”le biten küçük bir öykü. Belki böylesi kısa değildi. Ancak hatırladığım bu kadarı.
Yıllar evveli bilinmeyen gece artıklarında, kurşun kalemle yazılmış - topu topu onbeş sayfa- ufak hikâyeleri aceleyle, hatta kaçarcasına terk ettiğim şehirden taşınırken kaybetmiştim.
Sonra unutmuştum o şehri, kumral sevgiliyi ve bıraktığım her şeyi. Bunca yıl hiç düşünmediğim sevi hazinelerim, bu gece nedense aklımın bir yerlerinden firar ediyordu. Yaşlanmak bu olsa gerekti...
“Yaşlanıyorsun kızım...” dedi Hande. “ Gün geçtikçe annene veya benim anneme benziyorsun. Bekle diyorum. Bu kış kıyamette nasıl becereceksin bu kadar işi? Ama yok işte, koydun kafana bir kere. Nasıl istiyorsan öyle yap. Ancak dediğim gibi benim gelmem zor. Belki bir hafta sonu, o da Ahmet’i ayarlayabilirsem.”
“Anlıyorum” dedim tekrar.
Nazikâne bir cevap ve kabullenmeydi benimkisi. Aslında yardım falan istemiyordum. Ama o, anaç bir tavuk gibi çırpınıyordu. “Annene benzedin diyene bak” diye geçirdim içimden.
Sonra annemi düşündüm. Yılgın annemi. Her şeyi kabullenmiş aklını, silgilemeye alışmış yüreğini... Nenem gibi rosto yapamayan annemi.
Havaalanında; Paris’i, Marcel’i bırakıp Adaya ulaşmayı düşleyen beni, kaskatı beklerken bulduğum annemi hatırlıyorum.
Onun istediği gibi bir evlat olamadığımı, asiliğimi, farklılığımı, bunca yıl yabancı bir ülkede yaşarken bile, ana kız rolünü oynayamadığımız, ama gerçekte bir bütünün bilinmeyen parçaları olan biz’in, kavuşmasını hatırlıyorum.
“Döndün demek” demişti.
“ Neden?”
“Adaya gidecem” dedim.
“Geç kaldın” dedi Hande. “ Evi boyatmak için geç kaldın. Kurur mu o ev kızım bu mevsimde? Çalışacak ırgatlar bile memleketlerine gitmiştir. Hem kolay mı o eski evin her yerinin tamiri? En son beş yıl önce sen Paris’ten tatile geldiğinde beraber gitmiştik yanlış hatırlamıyorsam. Safoş hayattaydı henüz. Çeşit çeşit böreklerin tadı hâlâ beynimin bir köşesinde. Bekle biraz daha, baharda gideriz. Yani daha kolay olur diye söylüyorum. Sen bilirsin yine de. Ancak ben bu sıralarda gelemem. Biliyorsun Ahmet’in işleri var, ben de şirketi bırakamıyorum.”
“Anlıyorum” dedim.
Ada; sonbaharda, ilkbaharda, kışta, yazda her daim güzel olur.
“Sen, Hande’ciğim; sen beş yıl evvelini, ben ise hatırlayamadığım bir zaman parçasında, yıkık dökük bir kafede, dolunay tam karşımdayken, Aznavour çalan gençliğimin kahvecisini; tahta masada içilen bir bardak şarabın onulmaz yarasında, eski sevgilimin sesini; “Adieu jolie candy” şarkısı eşliğinde bir temmuz gecesinde, karmakarışık duygularla, gerçekten olamayacak bir ilişkiye kendimi kaptırmamanın gerçekliğiyle adanın sevecenliğini kucaklayışımı hatırlıyorum” dedim içimden.
Gülümsedim.
Sonra Marcel geldi aklıma. “Gülümseme” derdi bana. “Koca gözlerinin kenarları daha da kırışıyor. Ağzını aça aça gül. İşte böyle... O zaman yüzünün tamamı deformasyona ortak oluyor. Çizdiğin kadın suratları ile özdeşleşiyorsun.”
Sevgili Marcel... Kırmızı âşığı Marcel’im benim. Ton ton kırmızıyı, biraz da karayı kullanıp içinin yangınını ve çocukluğunu annesine armağan eden, gazete kupürlerinden kesip parçaladığı babasını ise Paris’in herhangi bir sokağındaki etekli hemcinslerine peşkeş çeken, kendisine ait odalara; o harikulade tekniğiyle dalmanızı sağlayan, salonların vazgeçilmez - kendi deyimiyle boyacısı - ressamı Marcel’im benim...
Nasıl da üzülmüştü, “Ben geri gideceğim, gerçeklerimi özledim artık” dediğimde... Aslında üzülmekten öte, anlam verememişti tanıdığını sandığı ben’e. Belki benim, her yılbaşı gecesi sonunda, kucakladığım Janis Joplin CD’leriyle; yırtılmış bir ayakkabı tabanını andırır dilimin dile getirdiği o büyük özlemi, nenemin böreklerini, adanın kızıllığını, mermer ocaklarının ekşi kokusunu, arsız kedileri, Sait dedenin çılgın kıskançlığını, belki de gerçekten pantolonlu hemcinslerimi özlediğimi anlamamıştı.
“Sahi mi?” diye sormuştu o gece. “Anlatmadın. Demek o hiç kullanmadığın kırmızı, Gabriel’in hep eleştirdiği, o renksiz renk alacası bu yüzden”. “Ne güzel.” diye devam etmişti bir süre susarak.
Şaşırmıştım. Tanrım ne kadar anlayışlıydı. O yüzden mi kalmıştım bunca sene bu nehrin uğultulu homurtusu, bu şehrin uzak sevisizliği içinde?
“Ama artık döndüm” dedim kendi kendime. Hande bir şeyler anlatırken uzun uzun düşündüm bir kez daha.
Oysa bir sabah mahmurluğunda, üç şişe şarabın tatlı esrikliğinde, kabullerim aslında kararlarıma egemen olurken, “doğru bu” demiştim.
Bir kez daha Marcel’i ve kendimi yargılamanın ne anlamı vardı? Karar değil, sonuç doğruydu ve ben Adaya gidecektim. Aynı yıllar öncesi bir gece dediğim, ancak yapamayıp her şeyi terk edip başka bir yaşama gidişim gibi.
Yazılmış mıydı böyle bir hikâye?
Adaya gidecem...
Evet, pantolonlu bir hemcinsim yazmıştı. Adieu jolie candy.
Sanırım şöyleydi, bir sayfayı geçmeyip şimdiki beni anlatan ve Hande’yi şaşırtan cümleler topluluğu...
“Kaçacam buralardan” dediydi de inanmamıştım. “Alıp başımı gidecem” dediğindeyse gülme tutmuştu. “Hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı, ne yapacaksın?” diye sorduğumdaysa muzip bir gülümsemeyle, “Nenem bana bakar” dediydi.
“Adaya gidecem” dedi. “Şubatta soğuk Marmara’nın kucağına atacam kendimi.”
İçimi bir titreme aldı, dışarıda diz boyu kar vardı. Gülümseyerek suratına baktım.
“Ne var ki?” dedi. “ Ben kışın denize girmeyi çok severim. Sömestrde Adaya gittiğimde girerdik dedemle...”
“ Yok, bi'şi” dedim.
“Bıktım buralardan” diye söyleniyordu. “Riyadan, ümitsizlikten, sevip de sevilmemekten, anlayıp da anlaşılmamaktan, parasızlıktan sıkıldım” diyordu.
“Adaya gidecem” diye yineledi. “ İyi, git de, ne yapacan?” diye sordum. “ Neyle gecinecen, para falan?”
Koca gözleri ışıl ışıldı. “ Ne iş olsa yaparım. Ada bu. Eve kaparım kendimi, nenem yemek yapar, bakar bana. Dediydi zaten gel diye.”
“Resim yaparım bol bol. Eski limanın rutubetli koca taşlarına oturur, denizi, martıları, kaba balıkçılarımı, arsız kedilerimi seyrederim.
Sait’in kayığını tıraşlarım, yırtık ağlarını onarırım. Birlikte ucuz şarap içeriz, bir sürü hurda kayığın atıldığı eski kayıkhanenin nemli loş içliğinde. O, güler bana, buğulu mavi gözleriyle.”
Tuzlu sudan, onca olta kancasından çatlamış parmakları, balık artığı dolu, sözüm ona tırnakları, tuttuğu şarap bardağının kenarına içli bir Rum türküsü tutturuverir. Başım döner. Sait’in türkü sesi, Anadolu gramofonları gibi çıtır çıtırdır.
Gece ilerler, zaman geçer, kırmızıdan beyaza çalan şarap şişeleri; kimisi yan yana dik, kimisi devrik, sıralanıverirler hemen yanımızda.
Sait hiç susmaz, koca memeli kadınlardan, eskilerden konuşur durur.
Kendisininki gelir düşer aklına. Ne zamandır düşünmüyorum dese de inandırıcı değildir. Bordayı tıraşlayışı bile, o pürüzsüz kumral saçları okşar gibidir.
Daha bir daraldı içi...
“Adaya gidecem, istersen sen de gel” dedi.
“Ben ne yapacam? Senin evin, sana bakacak nenen var” dedim.
“Olsun. O, ikimize de bakar” dedi.
Gülümsedim. Önümde yarım kalmış yazıma devam ettim.
Adaya gidecem...
Evet, “adaya gidecem”le biten küçük bir öykü. Belki böylesi kısa değildi. Ancak hatırladığım bu kadarı.
Yıllar evveli bilinmeyen gece artıklarında, kurşun kalemle yazılmış - topu topu onbeş sayfa- ufak hikâyeleri aceleyle, hatta kaçarcasına terk ettiğim şehirden taşınırken kaybetmiştim.
Sonra unutmuştum o şehri, kumral sevgiliyi ve bıraktığım her şeyi. Bunca yıl hiç düşünmediğim sevi hazinelerim, bu gece nedense aklımın bir yerlerinden firar ediyordu. Yaşlanmak bu olsa gerekti...
“Yaşlanıyorsun kızım...” dedi Hande. “ Gün geçtikçe annene veya benim anneme benziyorsun. Bekle diyorum. Bu kış kıyamette nasıl becereceksin bu kadar işi? Ama yok işte, koydun kafana bir kere. Nasıl istiyorsan öyle yap. Ancak dediğim gibi benim gelmem zor. Belki bir hafta sonu, o da Ahmet’i ayarlayabilirsem.”
“Anlıyorum” dedim tekrar.
Nazikâne bir cevap ve kabullenmeydi benimkisi. Aslında yardım falan istemiyordum. Ama o, anaç bir tavuk gibi çırpınıyordu. “Annene benzedin diyene bak” diye geçirdim içimden.
Sonra annemi düşündüm. Yılgın annemi. Her şeyi kabullenmiş aklını, silgilemeye alışmış yüreğini... Nenem gibi rosto yapamayan annemi.
Havaalanında; Paris’i, Marcel’i bırakıp Adaya ulaşmayı düşleyen beni, kaskatı beklerken bulduğum annemi hatırlıyorum.
Onun istediği gibi bir evlat olamadığımı, asiliğimi, farklılığımı, bunca yıl yabancı bir ülkede yaşarken bile, ana kız rolünü oynayamadığımız, ama gerçekte bir bütünün bilinmeyen parçaları olan biz’in, kavuşmasını hatırlıyorum.
“Döndün demek” demişti.
“ Neden?”
“Adaya gidecem” dedim.
Ekim 2002
Ankara
DOMUZ DERİSİ SAMSONITE
El ayası kadar geniş çınar yapraklarının yemyeşil olduğu zamandı. Yılını tam olarak hatırlayamıyorum. Aslında bunun pek de önemi yok. Ancak mevsimler önemli.
İç bayıltıcı kokular yayan baharın karşı koyulmazlığı ile cıvıldaşan oynak vücutlarımızın ve serseme dönen tutkularımızın yazdığı küçük şiirler, zaten yıllar hakkında ufak ipuçları veriyordu. Dolayısıyla, ünlü vakanüvistler misali altın varaklı minyatür bezeli kitaplara, ilkokul çocukları misali kenarları çiçekli hatıra defterlerine ya da gözlüklü muhasebeciler misali kara kaplı ajandalara tarih düşmek anlamsızdı. İşte bu yüzden bilmiyorum hangi gün idi. Ama hatırlıyorum ki, onun en çok sevdiği; sevgililer ve tutku düşkünü erkekler için vazgeçilmez bahar aylarından biriydi.
Kasketi yandan, aklı ortadan, iki köpek dişi altın kaplama postacı Kâzım, eve gelmiş ancak her ne hikmetse içeri girdiği halde beni bulmak zahmetine katlanmadan sofadaki tahta masanın üzerine iadeli taahhütlü zarfı bırakmıştı. Bu yüzden ince pelur kâğıdı saklayan grimsi zarfı ancak akşam fark edebildim. Bilmem nere sulh hukuk mahkemesinden gelen bir celpti.
Üzerinde adım yazan zarfa bakakaldım. Tereke davası için Haziran’ın sekizinde mahkemede olmam gerekiyordu. Aynı soyadı taşımıyorduk. Ama elinde terazi taşımaya mecbur ettikleri kadın, beni bu çıplak Adada buluvermişti.
Hep yadsıdığım, gençken, çoğu zaman içki sofralarında yerdiğim devlet iyi çalışıyordu. Tek başına bir adada yaşamaya kendini mahkûm eden, mahalleli ve ada sakinleri tarafından “tuhaf biri” diye kocaman bir yafta ile alışveriş yapmak zorunda bırakılan zavallı ben, burada bile bulunmuş ve mahkemeye çağrılmıştım. “Helal olsunnn beee!..” nidası, içkiden yamulmuş dudaklarımdan, kederden feri kaçmış gözlerimden dökülüverdi.
Önümde yaklaşık daha bir ay vardı ve devleti geçtim, kendimi ve onu sorgulayacak kadar zamanı haizdim.
Elimde kadehim, atölye olarak kullandığım salona yürüdüm. Aklım, hâlâ gelen pelür kâğıdın gizli anlamını çözmeye çabalıyordu.
Ortaçağ dehlizlerinden kendini azar azar göstermeye çabalayan resimlerin kapattığı büyük pencerelerden, pamuksu akşam bulutları girmeye çalışıyordu. Ancak kaskatı fırçalarım, her şeyden daha gerçekçiydi ve sağlam bir bağ kapısı gibi dimdikti.
Bu salondan içeri girmeyeli aylar hatta yıllar olmuştu. Her şeyi bırakıp kaçmaya alışkın olduğumdan, burayı da kendi haline, akrilikleri hava ile solumaya, tuvalleri güneş ışığıyla kurumaya gönlüm el vererek bırakmıştım. Öyleyse beni kendimle, geçmişimle ve geçmişlerini paylaştığım diğer insanlarla yeniden yüz yüze getiren dürtü neydi?
Parmağıma bir asalak gibi yapışan yüzüğe baktım. Ondan kurtulmam gerektiğini söylemişti.
“Kurtuldum” dedim, yalanın dik âlâsını söyleyerek.
“ Boğaz’dan denize fırlatıp attım.”
Sevindi.
Aslında sinirleneceğini düşünmüştüm. Ancak, “ İyi olmuş, ondan kurtulmalıydın, hangi deri ile oynaştıysa yok ediyor, lanetli bir örümcek gibi” demişti.
Ve ben onun yerine bin kat daha fazla sinirlenmiştim. Bu kadar kolay mıydı? Her girdiği hayatı ölümcül mikroplar gibi sarıyor, sonra yavaş yavaş yok edip, kendine katıp, daha daha daha da büyüyordu.
Ve o hep büyüktü.
Boktan bir pelür kâğıt, gece gece bana neler anımsatıyordu. Annem gibi silgilemeye alışmış aklım, bu defa eski kâtiplerin kullandığı kopya kalemine yenilmişti. Hayatımdaki mor lekelerin her biri bir harf oluyor, neşesiz, tatsız, okunması zor piyasa hikâyelerinin önsözlerine bürünüyordu.
Anteni kırık radyodan, bir bahar akşamı rastladım size, sevinçli bir telaş içindeydiniz dizelerini döktüren ağdalı kadının sesi duyuluyordu. Bir bahar akşamı olduğu doğruydu. Fakat sevinçli bir telaş yerini hüzünlü bir sakinliğe bırakmıştı.
“Tereke davası”, seslileri ve sessizleri ile korkunç bir gerçeğe bekçilik ediyordu. Kadeh elimde, donup kaldım.
Miras bu!
Yani ölen kişilerin, birilerine bıraktıkları kendi hayatlarının ağır yükleri!
Taşınması gerçekten istenmeyen, kaderin garip cilvesi denilerek günahı ve sevabı ile kabul edilen; kırmızı yakalı, beyaz saçlı hâkimlerin ağır tokmaklarında, kalanın hayatına yenisini karar olarak koyan miras davası bu!
Demek!
Demek!
“Yüzüğü attım” demek, bir son değilmiş. Ondan kurtulamadığımı bilerek, yeni ve içimi delen ne kadar gerçek varsa hepsini göstermeyi düşünmüş.
Olamaz!..
En son, mükemmel bitiş, hep dediği gibi Wagner bitişi buydu demek!
Sondan başa doğru gideceğim.
Güzel sanatlardan sınıf arkadaşımdı. Ustaların bile kıskanacağı, aksi bir yetenek vardı ellerinde. Çamur teknesiyle sevişmeye başlaması, tüm sınıfın, karanlık ayinlerde itaat edilen kara cübbeli Tanrının, vasallarına imrendiği bir ayrıcalıktı. Ancak, gösteri böylesine görkemli başlar, kimsenin görmediği o dip odada, doğum öncesi kasılmalara kadar yalnız devam ederdi. Bir kişi; o da ben, çekilen ıstırapların sıvazlandığı duvarları seyredebilirdim. Söz söyleme, hele eleştirmek gibi bir lüksüm hiç olmadı.
Ama o, hayatı boyunca beni eleştirip durdu. Kırmızı düşkünlüğümden, siyah ürküntümden -ona göre ayrıntı değil esastı- dolayı hep aşağılandım. Kendi doğruları, başkalarının hayatları hakkında yadsınamayacak kadar katı değer yargıları vardı. Şimdi düşünüyorum da gözbebekleri hiç gri rengi bilmemişti. Son sınıfta, ruhunu reddederek, öğretmen olmaya karar verdi.
Babam zengindi, tahsilimi Paris’te devam ettirmeye karar vermiştim. Ilık bir ekim gecesi sarıldık. Ayrıldığımızda, onu bildim bileli çıkarmadığı yüzüğünü, parmağıma takmaya çalıştı. “Olmaz, benimkine” diye haykırmama ramak kalmışken, uysal bir köpek gibi esir oldum. Muzip bir gülüş dudaklarında yayvanlaştı. “Oldu işte” dedi.
Aslında her şeyin başlangıcı, üçüncü sınıfta, ağaçların altında; yasak sarmalarından birini efkârlıca tüttürürken, anası ile babasının evlilik yüzüklerinden birini şişmiş parmağından çıkarıp, “sahip olduğum her şeyi ister misin?” diye sormasıydı.
“Hayır!” diye cevap vermiştim. Beni ürküten gözlerindeki kararlılık mıydı?
Bilmiyorum.
Kendimi kandırmamı, belki sizi kandırmamı istiyorsanız, söyleyeyim. Akıntıya karşı kürek çekiyordum. Ve her ne hikmetse kazanıyordum. Sonraları, bu çılgın çırpınmanın, onun buna izin vermesi sonucu olduğunu ayrımsadım. Doygun bir avcı gibi benim öttürülen düdüğe cevap vermemi bekliyordu.
Merak ediyorsunuz değil mi?
Evet. Verdim. Tam on sene sonra.
Aramızdaki süregelen oyun, yıllarca devam etti. Defalarca Paris’e geldi, ama bana uğramadı. Çalmasını nenesinden öğrendiği keman konçertolarını, café’lerin küçük localarında dinleyip, İstanbul sokaklarında çaldı. Sonra, sanat tarihi öğretmeni olup, genç beyinleri zehirledi.
Çırılçıplak yattı, saçlarını hiç boyatmadı, yeğenini çok sevdi. Her türlü safahatı, aykırılığı, cinssizliği yaşadı ve şimdi anlıyorum ki, Tanrının, her zaman kıskandığı kız kardeşi olarak öldü.
Bir sürü beyin onun elinde, vücutlar ise teninde hayat bulmuştu.
Bunlardan biri de ben olabilirdim.
Korktum!
Bunu mu söyletmek istiyordunuz?
Evet... Korktum...
Hâlâ da korkuyorum. Cerrahpaşa Hastanesinin morgunda duran ağır vücudundan, salınımsız et yığınından korkuyorum. Sulh hukuk hâkiminden, küçük bıyıklı mübaşirden, çelimsiz daktilo kızdan korkuyorum. Sofadaki masaya postacı Kâzım’ın bıraktığı pelür kâğıttan korkuyorum. Açgözlü benliğimi terbiye edip, saklandığım bu nene evinde keşfedilmekten, bir yirmi yılı tekrar yaşamaktan korkuyorum...
Okuldan bir dost yazmış, beyninde çabucak gelişen urlar yüzünden ölmüş. “Menhus hastalık” demişler doktorlar. Az görünür cinsten. Yadırgamadım ölümünü. Mirası neden böylesi rahatsız ediyor acaba? Bilmiyorum dedim ya!
Eminim oradan kahkahalarla gülüyor bana. Karacaahmet’in şekilsiz toprak öbekleri, çalışkan karıncaları, içten pazarlıklı solucanları, dedikodularına onun taze vücudunu ortak etmişler, beni çekiştiriyorlar. Kulağıma gelmedi mi sanıyorsunuz? O, hâlâ bana verdiği yüzüğü sayıklıyor. Ama bilmiyor ki o yüzüğü atmadım. Ben gelene kadar kurtulamayacak. Hâkim, hayatını bana elleriyle sunarken, son gülen ben olacağım.
Hâkim Haşmet, beni mübaşir Mehmet ile çağırdı. Bir sürü anlamadığım Arapça terimler sonrası tokmağı vurup “karar” dedi. Ayağa kalktık. Avukatım, babamın bir zamanlar avukatı olan Aydın Beydi. Bir bavulmuş her şey. En az elli senelik bir Samsonite. Koridorda açıyorum hevesle, içindekileri görmek için. İçinden sadece “Kendi kendine konuşan kadın” adlı bir hikâye müsveddesi saçılıyor ayaklarıma. İçin için güldüğünü, oyunu kazanmanın yengisi içinde, elindeki martı dövmesini öptüğünü görüyorum!
Yapabileceğim tek şeyi yapıp, her şeyi sarı tekire anlatıyorum.
O beni biliyor!
İç bayıltıcı kokular yayan baharın karşı koyulmazlığı ile cıvıldaşan oynak vücutlarımızın ve serseme dönen tutkularımızın yazdığı küçük şiirler, zaten yıllar hakkında ufak ipuçları veriyordu. Dolayısıyla, ünlü vakanüvistler misali altın varaklı minyatür bezeli kitaplara, ilkokul çocukları misali kenarları çiçekli hatıra defterlerine ya da gözlüklü muhasebeciler misali kara kaplı ajandalara tarih düşmek anlamsızdı. İşte bu yüzden bilmiyorum hangi gün idi. Ama hatırlıyorum ki, onun en çok sevdiği; sevgililer ve tutku düşkünü erkekler için vazgeçilmez bahar aylarından biriydi.
Kasketi yandan, aklı ortadan, iki köpek dişi altın kaplama postacı Kâzım, eve gelmiş ancak her ne hikmetse içeri girdiği halde beni bulmak zahmetine katlanmadan sofadaki tahta masanın üzerine iadeli taahhütlü zarfı bırakmıştı. Bu yüzden ince pelur kâğıdı saklayan grimsi zarfı ancak akşam fark edebildim. Bilmem nere sulh hukuk mahkemesinden gelen bir celpti.
Üzerinde adım yazan zarfa bakakaldım. Tereke davası için Haziran’ın sekizinde mahkemede olmam gerekiyordu. Aynı soyadı taşımıyorduk. Ama elinde terazi taşımaya mecbur ettikleri kadın, beni bu çıplak Adada buluvermişti.
Hep yadsıdığım, gençken, çoğu zaman içki sofralarında yerdiğim devlet iyi çalışıyordu. Tek başına bir adada yaşamaya kendini mahkûm eden, mahalleli ve ada sakinleri tarafından “tuhaf biri” diye kocaman bir yafta ile alışveriş yapmak zorunda bırakılan zavallı ben, burada bile bulunmuş ve mahkemeye çağrılmıştım. “Helal olsunnn beee!..” nidası, içkiden yamulmuş dudaklarımdan, kederden feri kaçmış gözlerimden dökülüverdi.
Önümde yaklaşık daha bir ay vardı ve devleti geçtim, kendimi ve onu sorgulayacak kadar zamanı haizdim.
Elimde kadehim, atölye olarak kullandığım salona yürüdüm. Aklım, hâlâ gelen pelür kâğıdın gizli anlamını çözmeye çabalıyordu.
Ortaçağ dehlizlerinden kendini azar azar göstermeye çabalayan resimlerin kapattığı büyük pencerelerden, pamuksu akşam bulutları girmeye çalışıyordu. Ancak kaskatı fırçalarım, her şeyden daha gerçekçiydi ve sağlam bir bağ kapısı gibi dimdikti.
Bu salondan içeri girmeyeli aylar hatta yıllar olmuştu. Her şeyi bırakıp kaçmaya alışkın olduğumdan, burayı da kendi haline, akrilikleri hava ile solumaya, tuvalleri güneş ışığıyla kurumaya gönlüm el vererek bırakmıştım. Öyleyse beni kendimle, geçmişimle ve geçmişlerini paylaştığım diğer insanlarla yeniden yüz yüze getiren dürtü neydi?
Parmağıma bir asalak gibi yapışan yüzüğe baktım. Ondan kurtulmam gerektiğini söylemişti.
“Kurtuldum” dedim, yalanın dik âlâsını söyleyerek.
“ Boğaz’dan denize fırlatıp attım.”
Sevindi.
Aslında sinirleneceğini düşünmüştüm. Ancak, “ İyi olmuş, ondan kurtulmalıydın, hangi deri ile oynaştıysa yok ediyor, lanetli bir örümcek gibi” demişti.
Ve ben onun yerine bin kat daha fazla sinirlenmiştim. Bu kadar kolay mıydı? Her girdiği hayatı ölümcül mikroplar gibi sarıyor, sonra yavaş yavaş yok edip, kendine katıp, daha daha daha da büyüyordu.
Ve o hep büyüktü.
Boktan bir pelür kâğıt, gece gece bana neler anımsatıyordu. Annem gibi silgilemeye alışmış aklım, bu defa eski kâtiplerin kullandığı kopya kalemine yenilmişti. Hayatımdaki mor lekelerin her biri bir harf oluyor, neşesiz, tatsız, okunması zor piyasa hikâyelerinin önsözlerine bürünüyordu.
Anteni kırık radyodan, bir bahar akşamı rastladım size, sevinçli bir telaş içindeydiniz dizelerini döktüren ağdalı kadının sesi duyuluyordu. Bir bahar akşamı olduğu doğruydu. Fakat sevinçli bir telaş yerini hüzünlü bir sakinliğe bırakmıştı.
“Tereke davası”, seslileri ve sessizleri ile korkunç bir gerçeğe bekçilik ediyordu. Kadeh elimde, donup kaldım.
Miras bu!
Yani ölen kişilerin, birilerine bıraktıkları kendi hayatlarının ağır yükleri!
Taşınması gerçekten istenmeyen, kaderin garip cilvesi denilerek günahı ve sevabı ile kabul edilen; kırmızı yakalı, beyaz saçlı hâkimlerin ağır tokmaklarında, kalanın hayatına yenisini karar olarak koyan miras davası bu!
Demek!
Demek!
“Yüzüğü attım” demek, bir son değilmiş. Ondan kurtulamadığımı bilerek, yeni ve içimi delen ne kadar gerçek varsa hepsini göstermeyi düşünmüş.
Olamaz!..
En son, mükemmel bitiş, hep dediği gibi Wagner bitişi buydu demek!
Sondan başa doğru gideceğim.
Güzel sanatlardan sınıf arkadaşımdı. Ustaların bile kıskanacağı, aksi bir yetenek vardı ellerinde. Çamur teknesiyle sevişmeye başlaması, tüm sınıfın, karanlık ayinlerde itaat edilen kara cübbeli Tanrının, vasallarına imrendiği bir ayrıcalıktı. Ancak, gösteri böylesine görkemli başlar, kimsenin görmediği o dip odada, doğum öncesi kasılmalara kadar yalnız devam ederdi. Bir kişi; o da ben, çekilen ıstırapların sıvazlandığı duvarları seyredebilirdim. Söz söyleme, hele eleştirmek gibi bir lüksüm hiç olmadı.
Ama o, hayatı boyunca beni eleştirip durdu. Kırmızı düşkünlüğümden, siyah ürküntümden -ona göre ayrıntı değil esastı- dolayı hep aşağılandım. Kendi doğruları, başkalarının hayatları hakkında yadsınamayacak kadar katı değer yargıları vardı. Şimdi düşünüyorum da gözbebekleri hiç gri rengi bilmemişti. Son sınıfta, ruhunu reddederek, öğretmen olmaya karar verdi.
Babam zengindi, tahsilimi Paris’te devam ettirmeye karar vermiştim. Ilık bir ekim gecesi sarıldık. Ayrıldığımızda, onu bildim bileli çıkarmadığı yüzüğünü, parmağıma takmaya çalıştı. “Olmaz, benimkine” diye haykırmama ramak kalmışken, uysal bir köpek gibi esir oldum. Muzip bir gülüş dudaklarında yayvanlaştı. “Oldu işte” dedi.
Aslında her şeyin başlangıcı, üçüncü sınıfta, ağaçların altında; yasak sarmalarından birini efkârlıca tüttürürken, anası ile babasının evlilik yüzüklerinden birini şişmiş parmağından çıkarıp, “sahip olduğum her şeyi ister misin?” diye sormasıydı.
“Hayır!” diye cevap vermiştim. Beni ürküten gözlerindeki kararlılık mıydı?
Bilmiyorum.
Kendimi kandırmamı, belki sizi kandırmamı istiyorsanız, söyleyeyim. Akıntıya karşı kürek çekiyordum. Ve her ne hikmetse kazanıyordum. Sonraları, bu çılgın çırpınmanın, onun buna izin vermesi sonucu olduğunu ayrımsadım. Doygun bir avcı gibi benim öttürülen düdüğe cevap vermemi bekliyordu.
Merak ediyorsunuz değil mi?
Evet. Verdim. Tam on sene sonra.
Aramızdaki süregelen oyun, yıllarca devam etti. Defalarca Paris’e geldi, ama bana uğramadı. Çalmasını nenesinden öğrendiği keman konçertolarını, café’lerin küçük localarında dinleyip, İstanbul sokaklarında çaldı. Sonra, sanat tarihi öğretmeni olup, genç beyinleri zehirledi.
Çırılçıplak yattı, saçlarını hiç boyatmadı, yeğenini çok sevdi. Her türlü safahatı, aykırılığı, cinssizliği yaşadı ve şimdi anlıyorum ki, Tanrının, her zaman kıskandığı kız kardeşi olarak öldü.
Bir sürü beyin onun elinde, vücutlar ise teninde hayat bulmuştu.
Bunlardan biri de ben olabilirdim.
Korktum!
Bunu mu söyletmek istiyordunuz?
Evet... Korktum...
Hâlâ da korkuyorum. Cerrahpaşa Hastanesinin morgunda duran ağır vücudundan, salınımsız et yığınından korkuyorum. Sulh hukuk hâkiminden, küçük bıyıklı mübaşirden, çelimsiz daktilo kızdan korkuyorum. Sofadaki masaya postacı Kâzım’ın bıraktığı pelür kâğıttan korkuyorum. Açgözlü benliğimi terbiye edip, saklandığım bu nene evinde keşfedilmekten, bir yirmi yılı tekrar yaşamaktan korkuyorum...
Okuldan bir dost yazmış, beyninde çabucak gelişen urlar yüzünden ölmüş. “Menhus hastalık” demişler doktorlar. Az görünür cinsten. Yadırgamadım ölümünü. Mirası neden böylesi rahatsız ediyor acaba? Bilmiyorum dedim ya!
Eminim oradan kahkahalarla gülüyor bana. Karacaahmet’in şekilsiz toprak öbekleri, çalışkan karıncaları, içten pazarlıklı solucanları, dedikodularına onun taze vücudunu ortak etmişler, beni çekiştiriyorlar. Kulağıma gelmedi mi sanıyorsunuz? O, hâlâ bana verdiği yüzüğü sayıklıyor. Ama bilmiyor ki o yüzüğü atmadım. Ben gelene kadar kurtulamayacak. Hâkim, hayatını bana elleriyle sunarken, son gülen ben olacağım.
Bir ay sonra...
Yapabileceğim tek şeyi yapıp, her şeyi sarı tekire anlatıyorum.
O beni biliyor!
Haziran 2003
Ankara
SEKİZ NUMARALI DAİRE
Merdivenler döne döne çıkıyordu.
Ustaca yorumlanmış bir şarkının, ancak söyleyeni tarafından bilinen o ses aralığı gibi ya da kesik bir öksürükle duraklanıp şöyle kafa kaldırılıp bakıldığında, son sahanlığa ancak iki dönemeç kaldığı görülen eski apartmanların merdivenlerindeydi. Henüz kapı önündeyken, küçük bir kız çocuğunun “bir içeri, bir dışarı” oyununu oynadığı anlarda, atik davranıp ağır demir kapının kendini, tıpkı genç bir kız gibi çekmesini engellemiş, kapıcı Selahattin’in çırpı bacaklı, çipil gözlü kızının hiçbir anlam ifade etmeyen bakışları arasında içeri süzülüvermişti.
Eski apartmanların kendine has kokusu, benliğini kaybetmişlere inat, burun deliklerini yalıyordu. Hemen girişin yanındaki duvarın altında, on adet su saati, boyunlarına asılmış plakalarıyla elli senedir ora sakinleri olduklarını belli ediyorlardı. Her biri sanki bir Monte Kristo Kontu gibi, yıllardır temizlenmemişlere özgü rutubet ve küf kokuları içinde, ıstırap çekenlerin acı gözyaşları sonrası öylece duruyorlardı.
İki numaranın kızı, plastik bebeği için bez parçalarını birbirine ekleyip bir numaradan üç numaraya boylu boyunca basma bir beşik kurmuş, ama bebeği bırakıp çişe gitmişti.
Ağır kapının sol kanadının hemen gerisinde kalan sözde boşluk; iyice bakıldığında, Jules Verne’nin “Arzın Merkezine Seyahat”indeki koyu, yutucu, bilinmez bir diyara inilen karanlık mağarası gibi kendini azar azar gösteriyordu.
Derin bir nefes aldı. Beyninin tüm kıvrımlarını ele geçiren sese uymamak için epeyce çaba sarf etti. Bir adım, sonra bir adım daha atsa, özlediği o yokluklar diyarındaki zebaninin kendisine yüklediği kamburu bir hiç olacak, anası ile babasının sevecenlikle bıraktıkları cüceliği sonsuza değin, sirk aynalarına en son baktığı zamandaki gibi, “Selvi Boylum Al Yazmalım” olacaktı. Bir adım attı. Üç adım sonrası tamamdı.
Patlak gözleri, ayaklarına, oradan bollaşmış pantolon paçalarının, küçük ayakkabılarının üzerine abanmış ağırlığına kaydı. Her şeyi kabul etmemiş miydi on beşinde? Anasının bebek yüzünün, babasının başını okşayan elinin, alnını öpen dudaklarının gerçekliğini kabul etmemiş miydi?
Küçük kız helâdan dönmüş, çaputlar arasındaki bebeğini korumak ister gibi beşikten kaldırmış, küçük göğsüne bastırmıştı. Şimdi her ikisi de ifadesiz gözlerle kendisine bakıyorlardı. Usulca gülümsedi. Küçük kız haklıydı. İlk defa bir cüce görüyordu. Bakkalın yamağı olan cüceyi.
Merdivenler döne döne çıkıyordu.
Az sonra, birinci kattaki zili çaldı. Kapı deliği ile göz göze gelmeyi, hatta karşı tarafa güçlü göğüs kaslarını göstermeyi en çok bu dairede istiyordu.
Sekiz numaralı daire.
Ama sekiz hiç doğru durmaz hep yan dururdu. Ortaokulda matematik dersinden hatırlayıp, aklına kazıdığı “sonsuz” işareti gibi...
Çoğu dairedekiler gibi sekiz numaradakiler de kiracıydılar. Kumral, yeşil gözlü, eski Yunan tanrılarına benzeyen -hep olmak istediği- bir oğlan açardı kapıyı. Genelde makarna, sigara ve Buzbağ şarabı olan siparişlerini “sağol” deyip alırdı.
Bazen, kapının gerisinden; oğlanla aynı boylarda, koca kahverengi gözlü kızı, bazen de oğlanın ayaklarına sürünen tekir kediyi görürdü.
Bir keresinde kızın, adeta haykırışı andırır seslenişi ile adının Mıstık olduğunu öğrenmişti.
Mıstık... Ne tuhaf bir kedi ismiydi?
İlkokuldayken sevdiği kız Şermin’in, âşık olduğu oğlandı Mustafa. Hemen yan sınıfta. Annesi hariciyeci olan Mustafa. Keşke o zamanki sarı tekirine Mıstık deseydi...
Son üç aydır evde bir gariplik vardı. On numarada, tek başına oturan yaşlı kadına sütlerini bırakırken fark etmişti. Beyaz kapının kenarlarından sızan koku bile değişikti. Siparişler de farklılaşmıştı. Sadece içki ve sigara servisi alıyordu İbrahim. Amcaoğlu İbrahim.
Kumral oğlan hiç görünmüyordu. Servise giden İbrahim duymuştu. Oğlan, kızı bırakıp gitmişti. “Kirayı zaten kız ödüyormuş. Oğlan okuyor, kız ona gece gündüz çalışıp bakıyormuş. Erkekçe davranıp, oğlan bırakmış kızı. Ayrılmışlar. Anlatılana göre iki gün iki gece durmadan ağlamışlar. Kız, gözlerinin şişinden işe gidememiş.”
İçi daralmış, dükkândan çıkmış, apartmanın alçak bahçe duvarına oturmuş, güdük parmaklarının arasına bir cigara sıkıştırıp efkârlıca içmişti.
Üç gün sonra siparişe özellikle o çıkmış, iki Buzbağ şarabı için kapı ziline zorlukla uzanmış, içeriden gelen yılgın ayak seslerine kulaklarını dikmişti. Kapı açılmış, sütun gibi iki bacağın dar bir kalçayla birleşiminde, çukur göbeğin sersemletici görünümünü fark etmişti. Kız saçlarını kısacık kestirmişti ve gözleri hatırladığından daha bir kocaman bakıyordu karşı dairenin göz deliğine. Bir saniye sonra gözleri yere doğru kaydı, sabitleşti. Kendisinde hiç tanımlayamadığı bir duyguyu, kızda ise, var olduğundan beri herkeste gördüğü, görmeye alıştığı korkuyu, en çok da tiksintiyi andıran bakışları hissetmişti.
“Hayır” der gibiydi bakışları.
Saklanacak kuytu bir köşe, kaşınan, huylanan bir ense kökü, her an kusmaya hazır bir mide, film şeridi gibi hayatını, hayatıyla beraber kızı anlatıyordu.
İncecik sesiyle “beş milyon” diyebildi. Ucundan tutulan kâğıdı, yine itaatkâr bir sevgili gibi, kıyısından tutarak aldı. Son duyduğu, çarpılan sonsuzluğun kapısı ve içeriden gelen “Les comediens” adlı Fransızca şarkının ezgisiydi.
Nereden bilecekti koca gözlü, kısa saçlı kız Fransızca bildiğini. Küçük anasının Fransız okulunda hademe olduğunu, ortaokulu anasının sayesinde Fransız okulunda okuduğunu, kendi gibi aykırı olan Aznavour’a hayran olduğunu? Bir iki cümle söylese ya da Rimbaud’dan bir dize okusaydı ne olurdu kim bilir kızın hali? Kendine baktı. Küçük ellerine, pantolonuna ve ayakkabılarına. On beşinde kabullenmişti ya her şeyi. Lanet okudu on beşine, kaderine, anasına, Aznavour’a.
İbrahim’i Mart’ta askere uğurlamışlardı. Gitmeden amcasının zorla nişanladığı İbrahim’in, sigaraların hemen üstündeki rafta duran çoğu arabesk kasetlerini kaldırmıştı ilkten. Tülay bir iki kere dükkâna gelmiş, sıra sıra dizilen Aznavour kasetlerine bakmıştı dik dik. Üç ay hiç gitmedi siparişe. Kısa saçlı, koca gözlü kızı düşünmemeye çalışıyordu.
Et pourtant…
Desormais…
Je m’voyais deja…
Ancak, her gün onu anlatıyordu, kendine benzeyen esmer küçük adam şarkılarında. Yıllardır Fransızca konuşmamıştı. Yeşil boyalı küçük odasında, bir boydan bir boya çakılı tahta rafta; Fransızca dilbilgisi kitapları, Madame Giraud’un orta ikide verdiği La Fontaine masalları kitabı ile anası emekli olurken müdürün hediye ettiği İncil duruyordu. Babası kaç kere gâvur kitaplarını atmasını söylemiş, ancak o ısrarla bunu reddetmişti. Fransızca’yı seviyordu. Hatta bir ara, bir iki satırı geçmeyen şiirler bile yazmıştı. İçtiği akşamlar yazdıklarını pembe dosyadan çıkarıp tekrar tekrar okur, yayımlandığında, Onun kitabı alıp, dükkâna geldiğini düşünürdü. Baudelaire’in aşkı kadar aykırıydı hissettikleri. Acaba anlar mıydı yazdıklarından sevgisini?
Ama bir kere bile gelmemişti dükkâna. Belki bir sigara alır, ya da gecenin bilmem kaçıncı yarısında şarabı biter de, belki arar, belki, belki çıkar gelir diye kapamamıştı dükkânı sabahlara kadar.
Bahar aylarının ilkiydi. Telefon çaldı.
Oydu!
İki paket sigara, bir de büyük kanyak istiyordu.
Kanyak?
Buzbağ şişelerine takıldı gözleri. Dükkânı, İbrahim’in üvey kardeşine bıraktı. Siparişe çıkacaktı. Neler olduğunu anlamalıydı.
Sonsuzluğun önünde durdu. Zorlukla zile uzandı. Kapı fısıltılar arasında açıldı.
Uzun iki bacak sonrası, bu sefer görünmeyen çukur göbek, aynı kısalıkta saçlar, küçük gözler, uzatılan bir on milyonluk. Kaçamak bakışlar sonrası beklenilen para üstü, sonra “sağol” lafı.
İçeride Fransızca konuşan yoktu. Aç bir kedi çığlığı, sarhoş kahkahalar, kesik kesik “cüce” kelimeleri beyninde yineleniyordu.
Merdivenler döne döne iniyordu.
On numaralı dairedeki kadın akşam sütünü bekliyordu.
Çaputtan beşik sessizce salınıyordu.
Aznavour “L’amour c’est comme un jour” diyordu.
Ustaca yorumlanmış bir şarkının, ancak söyleyeni tarafından bilinen o ses aralığı gibi ya da kesik bir öksürükle duraklanıp şöyle kafa kaldırılıp bakıldığında, son sahanlığa ancak iki dönemeç kaldığı görülen eski apartmanların merdivenlerindeydi. Henüz kapı önündeyken, küçük bir kız çocuğunun “bir içeri, bir dışarı” oyununu oynadığı anlarda, atik davranıp ağır demir kapının kendini, tıpkı genç bir kız gibi çekmesini engellemiş, kapıcı Selahattin’in çırpı bacaklı, çipil gözlü kızının hiçbir anlam ifade etmeyen bakışları arasında içeri süzülüvermişti.
Eski apartmanların kendine has kokusu, benliğini kaybetmişlere inat, burun deliklerini yalıyordu. Hemen girişin yanındaki duvarın altında, on adet su saati, boyunlarına asılmış plakalarıyla elli senedir ora sakinleri olduklarını belli ediyorlardı. Her biri sanki bir Monte Kristo Kontu gibi, yıllardır temizlenmemişlere özgü rutubet ve küf kokuları içinde, ıstırap çekenlerin acı gözyaşları sonrası öylece duruyorlardı.
İki numaranın kızı, plastik bebeği için bez parçalarını birbirine ekleyip bir numaradan üç numaraya boylu boyunca basma bir beşik kurmuş, ama bebeği bırakıp çişe gitmişti.
Ağır kapının sol kanadının hemen gerisinde kalan sözde boşluk; iyice bakıldığında, Jules Verne’nin “Arzın Merkezine Seyahat”indeki koyu, yutucu, bilinmez bir diyara inilen karanlık mağarası gibi kendini azar azar gösteriyordu.
Derin bir nefes aldı. Beyninin tüm kıvrımlarını ele geçiren sese uymamak için epeyce çaba sarf etti. Bir adım, sonra bir adım daha atsa, özlediği o yokluklar diyarındaki zebaninin kendisine yüklediği kamburu bir hiç olacak, anası ile babasının sevecenlikle bıraktıkları cüceliği sonsuza değin, sirk aynalarına en son baktığı zamandaki gibi, “Selvi Boylum Al Yazmalım” olacaktı. Bir adım attı. Üç adım sonrası tamamdı.
Patlak gözleri, ayaklarına, oradan bollaşmış pantolon paçalarının, küçük ayakkabılarının üzerine abanmış ağırlığına kaydı. Her şeyi kabul etmemiş miydi on beşinde? Anasının bebek yüzünün, babasının başını okşayan elinin, alnını öpen dudaklarının gerçekliğini kabul etmemiş miydi?
Küçük kız helâdan dönmüş, çaputlar arasındaki bebeğini korumak ister gibi beşikten kaldırmış, küçük göğsüne bastırmıştı. Şimdi her ikisi de ifadesiz gözlerle kendisine bakıyorlardı. Usulca gülümsedi. Küçük kız haklıydı. İlk defa bir cüce görüyordu. Bakkalın yamağı olan cüceyi.
Merdivenler döne döne çıkıyordu.
Az sonra, birinci kattaki zili çaldı. Kapı deliği ile göz göze gelmeyi, hatta karşı tarafa güçlü göğüs kaslarını göstermeyi en çok bu dairede istiyordu.
Sekiz numaralı daire.
Ama sekiz hiç doğru durmaz hep yan dururdu. Ortaokulda matematik dersinden hatırlayıp, aklına kazıdığı “sonsuz” işareti gibi...
Çoğu dairedekiler gibi sekiz numaradakiler de kiracıydılar. Kumral, yeşil gözlü, eski Yunan tanrılarına benzeyen -hep olmak istediği- bir oğlan açardı kapıyı. Genelde makarna, sigara ve Buzbağ şarabı olan siparişlerini “sağol” deyip alırdı.
Bazen, kapının gerisinden; oğlanla aynı boylarda, koca kahverengi gözlü kızı, bazen de oğlanın ayaklarına sürünen tekir kediyi görürdü.
Bir keresinde kızın, adeta haykırışı andırır seslenişi ile adının Mıstık olduğunu öğrenmişti.
Mıstık... Ne tuhaf bir kedi ismiydi?
İlkokuldayken sevdiği kız Şermin’in, âşık olduğu oğlandı Mustafa. Hemen yan sınıfta. Annesi hariciyeci olan Mustafa. Keşke o zamanki sarı tekirine Mıstık deseydi...
Son üç aydır evde bir gariplik vardı. On numarada, tek başına oturan yaşlı kadına sütlerini bırakırken fark etmişti. Beyaz kapının kenarlarından sızan koku bile değişikti. Siparişler de farklılaşmıştı. Sadece içki ve sigara servisi alıyordu İbrahim. Amcaoğlu İbrahim.
Kumral oğlan hiç görünmüyordu. Servise giden İbrahim duymuştu. Oğlan, kızı bırakıp gitmişti. “Kirayı zaten kız ödüyormuş. Oğlan okuyor, kız ona gece gündüz çalışıp bakıyormuş. Erkekçe davranıp, oğlan bırakmış kızı. Ayrılmışlar. Anlatılana göre iki gün iki gece durmadan ağlamışlar. Kız, gözlerinin şişinden işe gidememiş.”
İçi daralmış, dükkândan çıkmış, apartmanın alçak bahçe duvarına oturmuş, güdük parmaklarının arasına bir cigara sıkıştırıp efkârlıca içmişti.
Üç gün sonra siparişe özellikle o çıkmış, iki Buzbağ şarabı için kapı ziline zorlukla uzanmış, içeriden gelen yılgın ayak seslerine kulaklarını dikmişti. Kapı açılmış, sütun gibi iki bacağın dar bir kalçayla birleşiminde, çukur göbeğin sersemletici görünümünü fark etmişti. Kız saçlarını kısacık kestirmişti ve gözleri hatırladığından daha bir kocaman bakıyordu karşı dairenin göz deliğine. Bir saniye sonra gözleri yere doğru kaydı, sabitleşti. Kendisinde hiç tanımlayamadığı bir duyguyu, kızda ise, var olduğundan beri herkeste gördüğü, görmeye alıştığı korkuyu, en çok da tiksintiyi andıran bakışları hissetmişti.
“Hayır” der gibiydi bakışları.
Saklanacak kuytu bir köşe, kaşınan, huylanan bir ense kökü, her an kusmaya hazır bir mide, film şeridi gibi hayatını, hayatıyla beraber kızı anlatıyordu.
İncecik sesiyle “beş milyon” diyebildi. Ucundan tutulan kâğıdı, yine itaatkâr bir sevgili gibi, kıyısından tutarak aldı. Son duyduğu, çarpılan sonsuzluğun kapısı ve içeriden gelen “Les comediens” adlı Fransızca şarkının ezgisiydi.
Nereden bilecekti koca gözlü, kısa saçlı kız Fransızca bildiğini. Küçük anasının Fransız okulunda hademe olduğunu, ortaokulu anasının sayesinde Fransız okulunda okuduğunu, kendi gibi aykırı olan Aznavour’a hayran olduğunu? Bir iki cümle söylese ya da Rimbaud’dan bir dize okusaydı ne olurdu kim bilir kızın hali? Kendine baktı. Küçük ellerine, pantolonuna ve ayakkabılarına. On beşinde kabullenmişti ya her şeyi. Lanet okudu on beşine, kaderine, anasına, Aznavour’a.
İbrahim’i Mart’ta askere uğurlamışlardı. Gitmeden amcasının zorla nişanladığı İbrahim’in, sigaraların hemen üstündeki rafta duran çoğu arabesk kasetlerini kaldırmıştı ilkten. Tülay bir iki kere dükkâna gelmiş, sıra sıra dizilen Aznavour kasetlerine bakmıştı dik dik. Üç ay hiç gitmedi siparişe. Kısa saçlı, koca gözlü kızı düşünmemeye çalışıyordu.
Et pourtant…
Desormais…
Je m’voyais deja…
Ancak, her gün onu anlatıyordu, kendine benzeyen esmer küçük adam şarkılarında. Yıllardır Fransızca konuşmamıştı. Yeşil boyalı küçük odasında, bir boydan bir boya çakılı tahta rafta; Fransızca dilbilgisi kitapları, Madame Giraud’un orta ikide verdiği La Fontaine masalları kitabı ile anası emekli olurken müdürün hediye ettiği İncil duruyordu. Babası kaç kere gâvur kitaplarını atmasını söylemiş, ancak o ısrarla bunu reddetmişti. Fransızca’yı seviyordu. Hatta bir ara, bir iki satırı geçmeyen şiirler bile yazmıştı. İçtiği akşamlar yazdıklarını pembe dosyadan çıkarıp tekrar tekrar okur, yayımlandığında, Onun kitabı alıp, dükkâna geldiğini düşünürdü. Baudelaire’in aşkı kadar aykırıydı hissettikleri. Acaba anlar mıydı yazdıklarından sevgisini?
Ama bir kere bile gelmemişti dükkâna. Belki bir sigara alır, ya da gecenin bilmem kaçıncı yarısında şarabı biter de, belki arar, belki, belki çıkar gelir diye kapamamıştı dükkânı sabahlara kadar.
Bahar aylarının ilkiydi. Telefon çaldı.
Oydu!
İki paket sigara, bir de büyük kanyak istiyordu.
Kanyak?
Buzbağ şişelerine takıldı gözleri. Dükkânı, İbrahim’in üvey kardeşine bıraktı. Siparişe çıkacaktı. Neler olduğunu anlamalıydı.
Sonsuzluğun önünde durdu. Zorlukla zile uzandı. Kapı fısıltılar arasında açıldı.
Uzun iki bacak sonrası, bu sefer görünmeyen çukur göbek, aynı kısalıkta saçlar, küçük gözler, uzatılan bir on milyonluk. Kaçamak bakışlar sonrası beklenilen para üstü, sonra “sağol” lafı.
İçeride Fransızca konuşan yoktu. Aç bir kedi çığlığı, sarhoş kahkahalar, kesik kesik “cüce” kelimeleri beyninde yineleniyordu.
Merdivenler döne döne iniyordu.
On numaralı dairedeki kadın akşam sütünü bekliyordu.
Çaputtan beşik sessizce salınıyordu.
Aznavour “L’amour c’est comme un jour” diyordu.
Temmuz 2002
Ankara
SEINE NEHRİNDE UMUTLARIM
Nasıl bir kitaptı, sayfa sayfa parçalara ayırıp da, Seine Nehri’nin kenarından, bacaklarını iki yana sarkıtıp, onları itinalı bir büküşle -belki de katlamayla- gemi yapıp düzenli aralıklar ve hareketlerle parmak uçlarının arasından bıraktığı?
Öyle ki, gece yarıları uyanıp, İstanbul’un bok kokusu ile bir saatliğine de olsa sevişmek hoşuma gidiyordu.
Sarı başkentin ihanetinin tatlı dudakları ise tenimde gezinmeyeli bin yıllar olmuştu. Pagansı partilerdeki eş değiştirme oyunundan aldığım -alabileceğim- hazzı sadece kendimle paylaşıyordum.
Tutku, tüm eşyalara, kalemime, en kötüsü yatağıma yapışmış arsız bir sakız gibiydi. Tanıdık bedenleri usulca ele geçirmek, muzaffer haçlı ordularının; zavallı, kirli şövalyelerinin duyduğu yengi sevdasıyla eşti bana göre...
Beyazlığını, bilinmez hangi savaşta yitiren kırmızı haçlı giysilerii içinde, aynı atı paylaşan pis ruhlu iki şövalye olmak kadar seksi bir şey olamazdı.
Ateşli sevişmeler -savaşlar- sonrası, tırıs giden bir deri bir kemik kalmış atın üzerinde, ayaklar aynı paralellikte üzengilerde, vücutlar ise; bir fotoğrafın negatif görüntüsünün gerçekliği içinde bahşedilen şehvetin, ulaşılmaz doygunluğundaydı.
Birinci gün...
Kollarım bankın iki yanına açık, sere serpe oturmuş halde filtresiz sigaramdan zevkli bir nefes almıştım.
Ciğerlerime gidip, vücudumu evirip çevirip, ağzıma yeniden gelen dumanı atmak için kocabaşım uygun bir yön arıyordu.
Kafamı sola çevirdim. Göz ve dudak hizamdaydı. Gayri ihtiyari sönüverdi içim.
Bol eteklerinden sarkan titrek sıska bacakları, taş korkuluktan aşağıya, dipsiz bir kuyuya hayatını bağışlamak üzere ilk imzayı atar gibiydi.
Oturma pozisyonumu değiştirip, bankın ona daha yakın olan ucuna doğru kaydım.
Ablak yüzüne hiç yakışmayan -ana baba ortaklığı sonucu değil de- sanki hayat korkusuyla doğduğu köyü terk edemeyen, sadece bahar esintilerinin özlemini kolayca özümseyebilen dedesinin küçük burnu ve farklılığını anlatmak zahmetine bile girmemiş, doğarken suskun haliyle aşk fısıltılarını sese çevirememiş bir ağzı vardı. Gözlerinin rengi beni hiç ilgilendirmemişti nedense!
Lacivert bakmayan hangi göz; denizin esaretini, özgür yunusların sevişmesini, karadan daha kara köpekbalıklarının hasis ruhlarını, denizanalarının arsız yakıcılığını anlar ve görebilirdi?
O, terk edemeyen ve konuşamayan biriydi.
Elindeki kitabın önce bir sayfasını okuyor, sonra dikkatle yırtıyor, becerikli el hareketleri ile katlayıp, gemi haline getiriyor ve suya bırakıyordu.
Ona bakmaya başladığımdan bu yana on sayfa okudu. Yırtılan her sayfanın yürek paralayıcı sesinden başım dönmüştü. Bu gaddar nefret ne zaman son bulacak diye düşünürken, yanında duran kitabı hızla kapatıp ayağa kalktı. Gökyüzüne şöyle bir baktı, çabuk adımlarla güneybatı tarafına yürüyüp gözden kayboldu.
Nedensiz bir dürtüyle oturduğu yere seğirttim.
Üç tane kalın sigara izmariti, büyük taşın kenarında yapay bir kül tablası gibi öbeklenmişti. Demek ki daha katliam başlamadan, Sabbah’ın müritlerinin afyon çekmesi gibi, üst üste sarma içiyordu.
Böylesi nefret; bir zamanlar hangi cinssiz sevgililer için çarpan yüreğin umutsuz çırpınışı olabilirdi?
Kitabı kaparken fark etmiştim. Acizliğin acı meyvelerini yeni tatmaya başlamıştı, zira kitabın, -saçı sakalına karışmış zavallı şövalyelerim gibi O da görevinin- daha başındaydı.
Bir sigara daha yakıp küçük evime yürüdüm.
İkinci gün...
Bugün hava kapalı. Tekir kedileri, sarman kedileri, siyah-beyaz kedileri; ağaç altlarında, kırmızı kiremitlerin aralarında, deterjan kokan çamaşır sepetlerinin içinde, umarsız bir uykuya teslim eden ağır bir hava var.
Ve ben dışarıdayım. Dünkü aynı bankta onu bekliyorum. Vakti iyi ayarlayamadığım, hareketsiz geçen bir saat sonunda belli oluyor.
Saat tam dört.
İşte geldi.
Aynı yer ve benim göz hizam.
Avını bekleyen aç kediler gibiyim.
Ancak öylece oturuyor bir saattir.
Canım sıkılıyor.
Kumral sevgilimin telefonuma çektiği mesaj sonrası onu orada, hareketsiz halde nehri seyrederken bırakıp, küçük café’ye yürüyorum.
Parçalanmış bulutlar arasından sobe diyen güneş, nehrin çamuru ile birleşip cinsimi, yoksunluğumu, aşk meyvesinin acı tadını hatırlatıyor.
Sevgilim elimi tutuyor.
Sonra, sadece konuşmak için yaratılmamış dudakları, kaolinin emip yok ettiği özsuyumdan yoksun, çatlamış ellerimi öpüyor. Koca kafama, süzgün gözlerime bakarak ne kadar güzel olduğumu fısıldıyor.
Yalan söylüyor!
Camille’in anlamsız kıskançlıkları için fikir yürütüyor. Sefil asillerime, sevişmek için bile olsa, at eyerini yadsımayan kırmızı haçlılarıma “sapkın” diyor.
Kendini bana beğendirmek için çırpınıyor zavallı...
Tanrının yarattığı aciz giysi içinde, duymak istediği her şeyi ona kolayca söylüyorum.
Yalan söylüyorum!
Şarap şişeleri, gecenin karanlıklarında kalmış mezar taşları gibi devriliyor bir bir.
Yabanıl mezarcı, elinde kazması yaratıcının son emrini yerine getirmek amacıyla hızla kazıyor çürük toprağı. Konuşkan kurbağalar bile gülüyor.
Sadece ben gülmüyorum.
Benliğimi korkutucu bir tiksinti kaplıyor. Çürümüş toprakta ipekağaçları nasıl yetişir diye soruyorum. Yetim ağaçlarını bilmiyor kumral sevgilim.
O, büyük çınarların gölgesinde, henüz onüçündeyken sevecen ailesiyle yaptığı pikniği hatırlıyor. Yanağındaki gamzesi, ezelden ebede; tabanı belli olmayan, üçgen bir düzenle uçan kuş sürüsüne haykırıyor.
“Hangi kuşlar?” diye sormak dilimin tam ucundayken, onların sadece uçma edimini gerçekleştiren kanatlılar olduğunu -ada martılarını hiç görmemiş- bildiğini ayrımsayıp susuyorum.
Atkestanelerinin yere düşerken çıkardıkları tok sesi bile fark edemeyen bir gençlik geçiren sevgilim!
Seni bu gece, yıpranmış dişlerimden, örselenmiş vücudumdan azat ediyorum.
Evime bırakıyor gece yarısını on geçe...
Sandaletler ayağımı sıkmış.
Kore malı, balenli mavi sutyenim koltukaltlarımı kesmiş.
Sıkılmışım...
“Ne zaman görüşeceğiz?” diyen sesine karşılık, bıkkın ses tellerim yanıt veremiyor.
“Ben seni ararım, önümüzdeki bir ay çok yoğunum” diyorum.
Yalan söylüyorum!
Gamzeleri genişliyor. Kapı arasında, dudaklarıma yöneliyor, bu sefer karşı koymuyorum. Derin bir “ohhh.” çekip kapıyı kapatıyorum.
Karşıdaki küçük korunun, ulu gürgeninde bir gece kuşu, terk edilmenin acısı diline vurmuş, Mallarmé’den ufak cümleler salıyor açık penceremden içeriye.
Ninni gibi gelmiş, uyumuşum.
Üçüncü gün...
Grileşmiş tülümün üstünde; kutsal olan her şeyi ters yüz ederek yok sayan sürrealist ressamların, iddialı tuvallerinde bir renk cümbüşü misali sarmalanmış bir kozadan çıkıp hayatın güzelliğini, ancak bir gün yaşayabilen ve sonsuz yaşamların tadını almış bizlere göre tabiatın yüceliğini, öç almaktan başka bir düşüncesi olmayan Tanrının âlicenaplığını reddederek kısacık ömrüne, masum çocukluğu, gizli gençliği, tutkun aşkı, kızarmış şehveti, yaşlılığın bilgeliğini, ölümün kabul edilebilirliğini saklamış rengârenk bir kelebek duruyordu.
İçimden ıslık çalmak geldi. Ancak dudaklarım, şimdiye kadar duygularımı haykırmak için değil sadece öpüşmek için büzülmüştü.
Pencereden yarı belime kadar sarkıp, öğürdüm.
Saat beş. Her zaman oturduğum bank boştu.
O, ileride yere oturmuş, sanki beni bekliyordu. On dakika sonra yanında duran kitabı eline aldı. Beynimi yırtan o ses sonrası, çabucak el hareketleri ve atılan küçük gemi...
Sonra bir ikincisi, sonra üçüncü, dördüncü...
Dayanamadım, oturduğum yerden kalkıp, arkasında durdum.
Kırk beşinci sayfada; ...Her zaman aklım başımdadır, sizi yanıltmak istiyordum demin. Ve bir cinayet işlediğimde ne yaptığımı bilirim; başka bir şey yapmak istemiyordum aslında; saçlarımı ve harmanimi savurturken kasırga, ben kayanın üzerinde ayakta durmuş, yıldızsız bir göğün altında, geminin üzerine saldıran fırtınanın gücünü coşku içinde seyrediyordum... yazıyordu. Ve O, okuyordu.
Beşinci sayfayı da yırtıp, suya attı.
Cinayet işliyordu ve “ biliyorum ” diyecek kadar aklı başındaydı.
Böyle durumlarda yüksek mahkeme nasıl karar verirdi acaba?
Sefil şövalyelerim, engizisyonun merhametli rahipleri karşısında, ağır ağır yanan meşe korunda, Cité adasında, insanlıklarını inkâr etmişlerdi. Ama O her şeyi baştan kabul ediyordu.
Yazılmış tüm değerlere, bir dönemin tüm düşüncelerine karşı gelmek, daha da kötüsü kendince yok etmek için nasıl bir intikam duygusu hissetmişti?
Yarım saat sonra hâlâ arkasında durduğum halde, beni fark etmeden yine güneybatı yönüne hızlı adımlarla yönlendi.
Yürürken sigara içmeyi sevmememe rağmen sararmış parmaklarımda sigaram, eve yürüdüm.
Gece uyuyamadım. “Cinayet işlediğimde ne yaptığımı bilirim...” cümlesi kulaklarımdaydı...
Yarın ya da öbür gün anlayacaktım. Anlayamazsam soracaktım, yıkmayı böylesine istediği şeyi.
Dördüncü gün...
Hava da içim gibi. Sevilen vücudun isteği, reddeden Tanrının gazabı; kuşların cıvıltısı ile bahar, nefretin korkunç haykırışı gibi hazan kokuyor... Neyi kabul edeceğim belli olmuyor. Her an değişiyorum. Esrikler gibi sağa sola saldırıyorum.
Bitirme projelerim çizim masasından bana bakıyor. İçim almıyor, kusma isteğim boğazımda yankılı bir şarkıya başlıyor. Aceleyle giyinip dışarıya çıkıyorum. Saat beşi on geçiyor. Lanet olsun, geç kaldım!
Çoktan gelmiş bile.
Hangi sayfada acaba?
...Birinin hayatını kurtarmak güzel bir şey! Ve böylesine bir davranış nice kusurları bağışlatır!
O ana kadar delikanlıyı ölümün elinden kurtarmaya çabalayan bronz dudaklı adam daha dikkatli bakıyor ona ve yüz çizgileri hiç de yabancı gelmiyor...
Son sayfaya kadar sayıp geldiğimde, onuncu sayfada yani dünün, kırkaltıncı sayfasında olduğunu karine yoluyla çıkarıyorum.
İyi!
Fazla bir şey kaçırmamışım diyorum. Bugün öğreneceğim kitabı.
Nefreti.
Acımayı.
Cinayeti.
Ve... Okulda öğretilen Tanrıyı!
Şans benden yanaydı. Çünkü yedinci sayfayı koparttığında, hep yaptığı gibi, kitabın ön yüzünü ters çevirmek yerine düz koymuştu doğal küllüğün yanına.
LAUTRÉAMONT
CHANTS DE MALDOROR
Tanrım!
Böyle bir şey olabilir miydi?
Çocukluğumun sevgili Tanrısı; öğretilen tüm kutsal kitaplardan öfkeyle fırlamış, onun gerçekliğini yadsıyan yirmili yaşlarındaki oğlan çocuğuna saldırıyordu. Bilindiği kadarı ile öyle fazla özelliği olmayan - ne demekse o? Yani bilinen özellikler, illâki sarışın ve mavi gözlü olmak mıdır? Kahverengi gözler geçmişi göremez, kumral saçlar gelecekle sevişemez diye bir kural mı var? – biriymiş, Comte de Lautréamont... Adam edebiyat devrimcisi...
Kusura bakma! Şair, yazar, düşünür, aydın...
Yirmisinde karşı gelip, yirmidördünde tası tarağı toplayıp gitmiş dünyanızdan... Kalsaydı ne olurdu haliniz düşünemiyorum bile. Beni ve her şeyimle bizi, topa koyardınız herhalde. İşte o yüzden sevmiyorum sizi ve yüzyılınızı!
İmgelerinizi, gerçeküstü açılımlarınızı, avant-garde yaklaşımlarınızı, örneklemelerinizi, hiç tatmadığınız, ancak ağzınızı şapırdatırken duyduğum şokolaları ısırmanızdaki seviyesizliği kabul etmiyorum.
Neyi yok ediyorsunuz? Kendinizi olabilir, ama beni ve benim gibi olanları asla. O da sizden biri. Zira bilmiyor gerçeği. Neyi kabul veya reddettiğini de... Sonuç olarak önemli de değil aslında... Benim gibiler kolay mesaj alır. Bırakın her şeyi kendi haline!
Demek dört gündür, bu komik yaratığın, yırtıp, kâğıttan gemi yaptığı kitap, “Maldoror’un şarkıları” imiş.
Böylesi bir isyanın sözlerine karşı neyle başkaldırmıştı? Avucunda tuttuğu hangi doğruların yalan gerçeği idi?
O; zaten tüm düzene, yaratılmış her şeye hayır dememiş miydi?
Edebiyat hocam Vivet, kendini sıkan siyah, dar iç çamaşırları içinde haykırmamış mıydı gerçeği, bize ve kendine!
“Evet” diyor dilim.
İçim ise, “Hayır” çığlığının keskinliğindeki değerlerimin mağarasında kaybolmuş.
Vivet herhalde ölmüştür. Zaten, bir edebiyat hocası olamayacak kadar yaşlıydı.
Öyleyse?
Sarmaları, bir öbek haline getiren, beni sevgili kumralımdan ayıran gerçek, hoşa giden bir Edith Piaf şarkısı gibi kısa ömürlü olmuştu.
Bense, ondan daha eski bir farklılık, bir Glenn Miller bulurum sevdasındaydım. Moonlight Serenade’in ya da daha ileri gidersek Elenaor Rigby’nin dizilimlerinde, gerçeği anlayabilirim sanmış, kendimi kandırmıştım günler boyu.
Beşinci gün....
O ise, ne beni, ne kendini umursamıştı! Sonraki bir ay, gemiler Seine Nehri’nde yüzmüştü.
Ohhhh... Olmuştu.
Bana,
Sana,
Ona,
Ne!-ydi ki?-
Nisan 2003
Ankara
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)