Nasıl bir kitaptı, sayfa sayfa parçalara ayırıp da, Seine Nehri’nin kenarından, bacaklarını iki yana sarkıtıp, onları itinalı bir büküşle -belki de katlamayla- gemi yapıp düzenli aralıklar ve hareketlerle parmak uçlarının arasından bıraktığı?
Öyle ki, gece yarıları uyanıp, İstanbul’un bok kokusu ile bir saatliğine de olsa sevişmek hoşuma gidiyordu.
Sarı başkentin ihanetinin tatlı dudakları ise tenimde gezinmeyeli bin yıllar olmuştu. Pagansı partilerdeki eş değiştirme oyunundan aldığım -alabileceğim- hazzı sadece kendimle paylaşıyordum.
Tutku, tüm eşyalara, kalemime, en kötüsü yatağıma yapışmış arsız bir sakız gibiydi. Tanıdık bedenleri usulca ele geçirmek, muzaffer haçlı ordularının; zavallı, kirli şövalyelerinin duyduğu yengi sevdasıyla eşti bana göre...
Beyazlığını, bilinmez hangi savaşta yitiren kırmızı haçlı giysilerii içinde, aynı atı paylaşan pis ruhlu iki şövalye olmak kadar seksi bir şey olamazdı.
Ateşli sevişmeler -savaşlar- sonrası, tırıs giden bir deri bir kemik kalmış atın üzerinde, ayaklar aynı paralellikte üzengilerde, vücutlar ise; bir fotoğrafın negatif görüntüsünün gerçekliği içinde bahşedilen şehvetin, ulaşılmaz doygunluğundaydı.
Birinci gün...
Kollarım bankın iki yanına açık, sere serpe oturmuş halde filtresiz sigaramdan zevkli bir nefes almıştım.
Ciğerlerime gidip, vücudumu evirip çevirip, ağzıma yeniden gelen dumanı atmak için kocabaşım uygun bir yön arıyordu.
Kafamı sola çevirdim. Göz ve dudak hizamdaydı. Gayri ihtiyari sönüverdi içim.
Bol eteklerinden sarkan titrek sıska bacakları, taş korkuluktan aşağıya, dipsiz bir kuyuya hayatını bağışlamak üzere ilk imzayı atar gibiydi.
Oturma pozisyonumu değiştirip, bankın ona daha yakın olan ucuna doğru kaydım.
Ablak yüzüne hiç yakışmayan -ana baba ortaklığı sonucu değil de- sanki hayat korkusuyla doğduğu köyü terk edemeyen, sadece bahar esintilerinin özlemini kolayca özümseyebilen dedesinin küçük burnu ve farklılığını anlatmak zahmetine bile girmemiş, doğarken suskun haliyle aşk fısıltılarını sese çevirememiş bir ağzı vardı. Gözlerinin rengi beni hiç ilgilendirmemişti nedense!
Lacivert bakmayan hangi göz; denizin esaretini, özgür yunusların sevişmesini, karadan daha kara köpekbalıklarının hasis ruhlarını, denizanalarının arsız yakıcılığını anlar ve görebilirdi?
O, terk edemeyen ve konuşamayan biriydi.
Elindeki kitabın önce bir sayfasını okuyor, sonra dikkatle yırtıyor, becerikli el hareketleri ile katlayıp, gemi haline getiriyor ve suya bırakıyordu.
Ona bakmaya başladığımdan bu yana on sayfa okudu. Yırtılan her sayfanın yürek paralayıcı sesinden başım dönmüştü. Bu gaddar nefret ne zaman son bulacak diye düşünürken, yanında duran kitabı hızla kapatıp ayağa kalktı. Gökyüzüne şöyle bir baktı, çabuk adımlarla güneybatı tarafına yürüyüp gözden kayboldu.
Nedensiz bir dürtüyle oturduğu yere seğirttim.
Üç tane kalın sigara izmariti, büyük taşın kenarında yapay bir kül tablası gibi öbeklenmişti. Demek ki daha katliam başlamadan, Sabbah’ın müritlerinin afyon çekmesi gibi, üst üste sarma içiyordu.
Böylesi nefret; bir zamanlar hangi cinssiz sevgililer için çarpan yüreğin umutsuz çırpınışı olabilirdi?
Kitabı kaparken fark etmiştim. Acizliğin acı meyvelerini yeni tatmaya başlamıştı, zira kitabın, -saçı sakalına karışmış zavallı şövalyelerim gibi O da görevinin- daha başındaydı.
Bir sigara daha yakıp küçük evime yürüdüm.
İkinci gün...
Bugün hava kapalı. Tekir kedileri, sarman kedileri, siyah-beyaz kedileri; ağaç altlarında, kırmızı kiremitlerin aralarında, deterjan kokan çamaşır sepetlerinin içinde, umarsız bir uykuya teslim eden ağır bir hava var.
Ve ben dışarıdayım. Dünkü aynı bankta onu bekliyorum. Vakti iyi ayarlayamadığım, hareketsiz geçen bir saat sonunda belli oluyor.
Saat tam dört.
İşte geldi.
Aynı yer ve benim göz hizam.
Avını bekleyen aç kediler gibiyim.
Ancak öylece oturuyor bir saattir.
Canım sıkılıyor.
Kumral sevgilimin telefonuma çektiği mesaj sonrası onu orada, hareketsiz halde nehri seyrederken bırakıp, küçük café’ye yürüyorum.
Parçalanmış bulutlar arasından sobe diyen güneş, nehrin çamuru ile birleşip cinsimi, yoksunluğumu, aşk meyvesinin acı tadını hatırlatıyor.
Sevgilim elimi tutuyor.
Sonra, sadece konuşmak için yaratılmamış dudakları, kaolinin emip yok ettiği özsuyumdan yoksun, çatlamış ellerimi öpüyor. Koca kafama, süzgün gözlerime bakarak ne kadar güzel olduğumu fısıldıyor.
Yalan söylüyor!
Camille’in anlamsız kıskançlıkları için fikir yürütüyor. Sefil asillerime, sevişmek için bile olsa, at eyerini yadsımayan kırmızı haçlılarıma “sapkın” diyor.
Kendini bana beğendirmek için çırpınıyor zavallı...
Tanrının yarattığı aciz giysi içinde, duymak istediği her şeyi ona kolayca söylüyorum.
Yalan söylüyorum!
Şarap şişeleri, gecenin karanlıklarında kalmış mezar taşları gibi devriliyor bir bir.
Yabanıl mezarcı, elinde kazması yaratıcının son emrini yerine getirmek amacıyla hızla kazıyor çürük toprağı. Konuşkan kurbağalar bile gülüyor.
Sadece ben gülmüyorum.
Benliğimi korkutucu bir tiksinti kaplıyor. Çürümüş toprakta ipekağaçları nasıl yetişir diye soruyorum. Yetim ağaçlarını bilmiyor kumral sevgilim.
O, büyük çınarların gölgesinde, henüz onüçündeyken sevecen ailesiyle yaptığı pikniği hatırlıyor. Yanağındaki gamzesi, ezelden ebede; tabanı belli olmayan, üçgen bir düzenle uçan kuş sürüsüne haykırıyor.
“Hangi kuşlar?” diye sormak dilimin tam ucundayken, onların sadece uçma edimini gerçekleştiren kanatlılar olduğunu -ada martılarını hiç görmemiş- bildiğini ayrımsayıp susuyorum.
Atkestanelerinin yere düşerken çıkardıkları tok sesi bile fark edemeyen bir gençlik geçiren sevgilim!
Seni bu gece, yıpranmış dişlerimden, örselenmiş vücudumdan azat ediyorum.
Evime bırakıyor gece yarısını on geçe...
Sandaletler ayağımı sıkmış.
Kore malı, balenli mavi sutyenim koltukaltlarımı kesmiş.
Sıkılmışım...
“Ne zaman görüşeceğiz?” diyen sesine karşılık, bıkkın ses tellerim yanıt veremiyor.
“Ben seni ararım, önümüzdeki bir ay çok yoğunum” diyorum.
Yalan söylüyorum!
Gamzeleri genişliyor. Kapı arasında, dudaklarıma yöneliyor, bu sefer karşı koymuyorum. Derin bir “ohhh.” çekip kapıyı kapatıyorum.
Karşıdaki küçük korunun, ulu gürgeninde bir gece kuşu, terk edilmenin acısı diline vurmuş, Mallarmé’den ufak cümleler salıyor açık penceremden içeriye.
Ninni gibi gelmiş, uyumuşum.
Üçüncü gün...
Grileşmiş tülümün üstünde; kutsal olan her şeyi ters yüz ederek yok sayan sürrealist ressamların, iddialı tuvallerinde bir renk cümbüşü misali sarmalanmış bir kozadan çıkıp hayatın güzelliğini, ancak bir gün yaşayabilen ve sonsuz yaşamların tadını almış bizlere göre tabiatın yüceliğini, öç almaktan başka bir düşüncesi olmayan Tanrının âlicenaplığını reddederek kısacık ömrüne, masum çocukluğu, gizli gençliği, tutkun aşkı, kızarmış şehveti, yaşlılığın bilgeliğini, ölümün kabul edilebilirliğini saklamış rengârenk bir kelebek duruyordu.
İçimden ıslık çalmak geldi. Ancak dudaklarım, şimdiye kadar duygularımı haykırmak için değil sadece öpüşmek için büzülmüştü.
Pencereden yarı belime kadar sarkıp, öğürdüm.
Saat beş. Her zaman oturduğum bank boştu.
O, ileride yere oturmuş, sanki beni bekliyordu. On dakika sonra yanında duran kitabı eline aldı. Beynimi yırtan o ses sonrası, çabucak el hareketleri ve atılan küçük gemi...
Sonra bir ikincisi, sonra üçüncü, dördüncü...
Dayanamadım, oturduğum yerden kalkıp, arkasında durdum.
Kırk beşinci sayfada; ...Her zaman aklım başımdadır, sizi yanıltmak istiyordum demin. Ve bir cinayet işlediğimde ne yaptığımı bilirim; başka bir şey yapmak istemiyordum aslında; saçlarımı ve harmanimi savurturken kasırga, ben kayanın üzerinde ayakta durmuş, yıldızsız bir göğün altında, geminin üzerine saldıran fırtınanın gücünü coşku içinde seyrediyordum... yazıyordu. Ve O, okuyordu.
Beşinci sayfayı da yırtıp, suya attı.
Cinayet işliyordu ve “ biliyorum ” diyecek kadar aklı başındaydı.
Böyle durumlarda yüksek mahkeme nasıl karar verirdi acaba?
Sefil şövalyelerim, engizisyonun merhametli rahipleri karşısında, ağır ağır yanan meşe korunda, Cité adasında, insanlıklarını inkâr etmişlerdi. Ama O her şeyi baştan kabul ediyordu.
Yazılmış tüm değerlere, bir dönemin tüm düşüncelerine karşı gelmek, daha da kötüsü kendince yok etmek için nasıl bir intikam duygusu hissetmişti?
Yarım saat sonra hâlâ arkasında durduğum halde, beni fark etmeden yine güneybatı yönüne hızlı adımlarla yönlendi.
Yürürken sigara içmeyi sevmememe rağmen sararmış parmaklarımda sigaram, eve yürüdüm.
Gece uyuyamadım. “Cinayet işlediğimde ne yaptığımı bilirim...” cümlesi kulaklarımdaydı...
Yarın ya da öbür gün anlayacaktım. Anlayamazsam soracaktım, yıkmayı böylesine istediği şeyi.
Dördüncü gün...
Hava da içim gibi. Sevilen vücudun isteği, reddeden Tanrının gazabı; kuşların cıvıltısı ile bahar, nefretin korkunç haykırışı gibi hazan kokuyor... Neyi kabul edeceğim belli olmuyor. Her an değişiyorum. Esrikler gibi sağa sola saldırıyorum.
Bitirme projelerim çizim masasından bana bakıyor. İçim almıyor, kusma isteğim boğazımda yankılı bir şarkıya başlıyor. Aceleyle giyinip dışarıya çıkıyorum. Saat beşi on geçiyor. Lanet olsun, geç kaldım!
Çoktan gelmiş bile.
Hangi sayfada acaba?
...Birinin hayatını kurtarmak güzel bir şey! Ve böylesine bir davranış nice kusurları bağışlatır!
O ana kadar delikanlıyı ölümün elinden kurtarmaya çabalayan bronz dudaklı adam daha dikkatli bakıyor ona ve yüz çizgileri hiç de yabancı gelmiyor...
Son sayfaya kadar sayıp geldiğimde, onuncu sayfada yani dünün, kırkaltıncı sayfasında olduğunu karine yoluyla çıkarıyorum.
İyi!
Fazla bir şey kaçırmamışım diyorum. Bugün öğreneceğim kitabı.
Nefreti.
Acımayı.
Cinayeti.
Ve... Okulda öğretilen Tanrıyı!
Şans benden yanaydı. Çünkü yedinci sayfayı koparttığında, hep yaptığı gibi, kitabın ön yüzünü ters çevirmek yerine düz koymuştu doğal küllüğün yanına.
LAUTRÉAMONT
CHANTS DE MALDOROR
Tanrım!
Böyle bir şey olabilir miydi?
Çocukluğumun sevgili Tanrısı; öğretilen tüm kutsal kitaplardan öfkeyle fırlamış, onun gerçekliğini yadsıyan yirmili yaşlarındaki oğlan çocuğuna saldırıyordu. Bilindiği kadarı ile öyle fazla özelliği olmayan - ne demekse o? Yani bilinen özellikler, illâki sarışın ve mavi gözlü olmak mıdır? Kahverengi gözler geçmişi göremez, kumral saçlar gelecekle sevişemez diye bir kural mı var? – biriymiş, Comte de Lautréamont... Adam edebiyat devrimcisi...
Kusura bakma! Şair, yazar, düşünür, aydın...
Yirmisinde karşı gelip, yirmidördünde tası tarağı toplayıp gitmiş dünyanızdan... Kalsaydı ne olurdu haliniz düşünemiyorum bile. Beni ve her şeyimle bizi, topa koyardınız herhalde. İşte o yüzden sevmiyorum sizi ve yüzyılınızı!
İmgelerinizi, gerçeküstü açılımlarınızı, avant-garde yaklaşımlarınızı, örneklemelerinizi, hiç tatmadığınız, ancak ağzınızı şapırdatırken duyduğum şokolaları ısırmanızdaki seviyesizliği kabul etmiyorum.
Neyi yok ediyorsunuz? Kendinizi olabilir, ama beni ve benim gibi olanları asla. O da sizden biri. Zira bilmiyor gerçeği. Neyi kabul veya reddettiğini de... Sonuç olarak önemli de değil aslında... Benim gibiler kolay mesaj alır. Bırakın her şeyi kendi haline!
Demek dört gündür, bu komik yaratığın, yırtıp, kâğıttan gemi yaptığı kitap, “Maldoror’un şarkıları” imiş.
Böylesi bir isyanın sözlerine karşı neyle başkaldırmıştı? Avucunda tuttuğu hangi doğruların yalan gerçeği idi?
O; zaten tüm düzene, yaratılmış her şeye hayır dememiş miydi?
Edebiyat hocam Vivet, kendini sıkan siyah, dar iç çamaşırları içinde haykırmamış mıydı gerçeği, bize ve kendine!
“Evet” diyor dilim.
İçim ise, “Hayır” çığlığının keskinliğindeki değerlerimin mağarasında kaybolmuş.
Vivet herhalde ölmüştür. Zaten, bir edebiyat hocası olamayacak kadar yaşlıydı.
Öyleyse?
Sarmaları, bir öbek haline getiren, beni sevgili kumralımdan ayıran gerçek, hoşa giden bir Edith Piaf şarkısı gibi kısa ömürlü olmuştu.
Bense, ondan daha eski bir farklılık, bir Glenn Miller bulurum sevdasındaydım. Moonlight Serenade’in ya da daha ileri gidersek Elenaor Rigby’nin dizilimlerinde, gerçeği anlayabilirim sanmış, kendimi kandırmıştım günler boyu.
Beşinci gün....
O ise, ne beni, ne kendini umursamıştı! Sonraki bir ay, gemiler Seine Nehri’nde yüzmüştü.
Ohhhh... Olmuştu.
Bana,
Sana,
Ona,
Ne!-ydi ki?-
Nisan 2003
Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder