9 Mayıs 2010 Pazar

Fransızca Bilen Yeşil Atkı :( Hikâyeler )

FRANSIZCA BİLEN YEŞİL ATKI


Sarışın adam, Fransızca bir şarkı söylüyor,
“Vivre la vie” diye.
Anlamıyorum!
Derim ya hep, “Fransızcam yok maalesef...”
Varsın olsun, anlamıyorum ama biliyorum hayattan bahsediyor.
Kırgınlıklardan, riyadan, belki de acıdan.
Ellerim sarı yağmurluğumun ceplerinde,
Özlediğim İstanbul’un Beyoğlu’sundayım.
Yürüyorum...yürüyorum...
İnsanlar, insanlar dört bir yanımdan,
Boğaz köprüsünden akar gibi akıyorlar.
Işıklı dükkânın önünde duruyorum.
Sahne ışıkları gibi parlak neonların gerisinden,
Bir dişi altın, gülen, sakallı biri bana bakıyor.
Tesettür kıyafetleri satıyormuş meğer...
Yerlere kadar değen yeşil atkıma,
Oradan bit misali saçlarıma bakıyorken,
Hemen gerisinden, caddenin en büyük müzik mağazasından,
Tekdüzeden de öte, son moda bir şarkı,
Ben dâhil, Onu da aptal ediyor.
Gözlerimi şaşı edip,
Bir öpücük gönderiyorum ondan yana.
“Fessüpanallah” gibilerinden kafasını sallıyor...
Asker postallarım, henüz durmuş yağmur,
Sonrası, su birikintilerine şaplarken,
O tekdüze tını, sanki cadde boyu her yerde çalıyormuş gibi,
Adımlarıma ve kambur yürüyüşüme eşlik ediyor.
Gündüzleri hamallık yapıp, geceleri
Tiner koklayan henüz on üçlerindeki oğlanları;
Arka sokaklardan caddelere, oradan hayatımıza sokup,
Her gece aynılığa soyunan striptizci kızların,
Edebini yıllar evveli yadsıyanlara özgü
Utanmazlıklarıyla,
Bağrımıza basıp, bir de acıyoruz.
İçlerinden biri “Bir sigara...” diye yılışıkça eteğimi
Çekiştirirken,
“Git, ulan dibimden” sözleri kulağımda yankılanıyor.
Kendi sesimden ürküyorum.
Sahafların oradayım,
Ayağım su almış.
Akşam kızıllığı etrafa çökerken, bu şehrin insan kokusu,
Deniz, martı ve bok kokusu ile birleşip,
Burun deliklerimi sızlatıyor.
Kasabaların yağmur sonrası kokuları bir başka olur;
Hatırlıyorum,
İs kasabamı, çılgın sakinlerini, nenemin antidot merhemini,
Arko kremini, Mintaks kutularını,
Sadece hatırlıyorum!
Yine de şükrediyorum hatırlayabiliyorum diye...
Ya unutsam her bir şeyi!
Mis gibi kokan ev ekmeğinin doyumunu,
Dedemle, nenemin ayaklarıyla ezdikleri şarabın -şıranın-,
Öldüresi esrikliğini,
Evet! Ya unutsam diyorum.
Onlar gibi olsam.
Her şeyi boş verip kaçsam, o kısa saçlı kız gibi.
Kedilerimi yaşlı ihtiyarlara, resimlerimi boş bir evin dolaplarına,
En önemlisi hatıralarımı, değer bilmeyen bir kadına;
Hayallerime bodoslamadan girip,
Beni yazılarıyla yargılayan, bilinmez bir kadına bırakıp,
Kaçsam!
Kurtulabilir miyim acaba?
Küçük üçgenler yapıp, kendimi onun gibi boğabilir,
Ya da Marmara adalarından birinde,
Yeşil gözlü bir sarmanın gıdığını okşayıp,
Kendi kendime konuşabilir miyim ki?
O kısa saçlı kız gibi, kendimden korkup,
Geleceğimi yok sayıp, aynılığa girip,
Nenemin bulduğu biriyle evlenebilir miyim ki?
Ya da en korkuncunu yapıp,
Yabancı bir ülkenin kadınlarını, körleşmiş
Sevgime belki bir unutuş olur diye,
Kırmızı, kıpkırmızı çizebilir miyim ki?
“Evet” desem, yargılamadan,
Kurtulur muyum senden,
Pat pudralı buruşuk yüzümden,
Sarhoşluğumdan, eskiliğimden?
Kırmızı fenerimden, kurumuş fırçalarımdan,
Alaska’yı gösteren dürbünümden,
Tükenmiş rapidomdan, sevgilimden!
Yağmur yine başladı işte.
Ayağım su alıyor, başparmağım hissizleşmiş.
“Kuru bir saçak altı bulmalı” diyorum.
Tünelin başındayım şimdi, Narmanlı Han hemen dibimde.
“Kedili Han” nam-ı diğer.
Koşuyorum ağzımdan dumanlar çıkararak.
Hemen dipte oturan, otuz kedili Fransız Madam,
Çıplak ve ölgün ampulün altındaki eski salonundan,
“Gel, gel” işareti yapıyor.
Han’ın avlusundan, göğe bakıyorum.
İri damlalar, yüzümden boynuma akıp,
Uzun atkımdan koynuma giriyor.
“ Ne güzel ” diyorum.
Yaşıyorum. Evet, lanet olsun ama yaşıyorum işte...
Fransız bana bakıyor, kediler ayaklarıma sürünüyor.
Sarışın adam, Fransızca bir şarkı söylüyor,
“Vivre la vie” diye,
Anlamıyorum.
Derim ya hep, “Fransızcam yok maalesef....”


Ekim 2001

Ankara

1 yorum:

Onur Çalı dedi ki...

Hanın eşiğine bir kadın oturuyor. Salkım saçak. Islak. Bir şarkı mırıldanıyor kendi kendine. Anlıyorum. Ahmet Hamdi.