Ustaca yorumlanmış bir şarkının, ancak söyleyeni tarafından bilinen o ses aralığı gibi ya da kesik bir öksürükle duraklanıp şöyle kafa kaldırılıp bakıldığında, son sahanlığa ancak iki dönemeç kaldığı görülen eski apartmanların merdivenlerindeydi. Henüz kapı önündeyken, küçük bir kız çocuğunun “bir içeri, bir dışarı” oyununu oynadığı anlarda, atik davranıp ağır demir kapının kendini, tıpkı genç bir kız gibi çekmesini engellemiş, kapıcı Selahattin’in çırpı bacaklı, çipil gözlü kızının hiçbir anlam ifade etmeyen bakışları arasında içeri süzülüvermişti.
Eski apartmanların kendine has kokusu, benliğini kaybetmişlere inat, burun deliklerini yalıyordu. Hemen girişin yanındaki duvarın altında, on adet su saati, boyunlarına asılmış plakalarıyla elli senedir ora sakinleri olduklarını belli ediyorlardı. Her biri sanki bir Monte Kristo Kontu gibi, yıllardır temizlenmemişlere özgü rutubet ve küf kokuları içinde, ıstırap çekenlerin acı gözyaşları sonrası öylece duruyorlardı.
İki numaranın kızı, plastik bebeği için bez parçalarını birbirine ekleyip bir numaradan üç numaraya boylu boyunca basma bir beşik kurmuş, ama bebeği bırakıp çişe gitmişti.
Ağır kapının sol kanadının hemen gerisinde kalan sözde boşluk; iyice bakıldığında, Jules Verne’nin “Arzın Merkezine Seyahat”indeki koyu, yutucu, bilinmez bir diyara inilen karanlık mağarası gibi kendini azar azar gösteriyordu.
Derin bir nefes aldı. Beyninin tüm kıvrımlarını ele geçiren sese uymamak için epeyce çaba sarf etti. Bir adım, sonra bir adım daha atsa, özlediği o yokluklar diyarındaki zebaninin kendisine yüklediği kamburu bir hiç olacak, anası ile babasının sevecenlikle bıraktıkları cüceliği sonsuza değin, sirk aynalarına en son baktığı zamandaki gibi, “Selvi Boylum Al Yazmalım” olacaktı. Bir adım attı. Üç adım sonrası tamamdı.
Patlak gözleri, ayaklarına, oradan bollaşmış pantolon paçalarının, küçük ayakkabılarının üzerine abanmış ağırlığına kaydı. Her şeyi kabul etmemiş miydi on beşinde? Anasının bebek yüzünün, babasının başını okşayan elinin, alnını öpen dudaklarının gerçekliğini kabul etmemiş miydi?
Küçük kız helâdan dönmüş, çaputlar arasındaki bebeğini korumak ister gibi beşikten kaldırmış, küçük göğsüne bastırmıştı. Şimdi her ikisi de ifadesiz gözlerle kendisine bakıyorlardı. Usulca gülümsedi. Küçük kız haklıydı. İlk defa bir cüce görüyordu. Bakkalın yamağı olan cüceyi.
Merdivenler döne döne çıkıyordu.
Az sonra, birinci kattaki zili çaldı. Kapı deliği ile göz göze gelmeyi, hatta karşı tarafa güçlü göğüs kaslarını göstermeyi en çok bu dairede istiyordu.
Sekiz numaralı daire.
Ama sekiz hiç doğru durmaz hep yan dururdu. Ortaokulda matematik dersinden hatırlayıp, aklına kazıdığı “sonsuz” işareti gibi...
Çoğu dairedekiler gibi sekiz numaradakiler de kiracıydılar. Kumral, yeşil gözlü, eski Yunan tanrılarına benzeyen -hep olmak istediği- bir oğlan açardı kapıyı. Genelde makarna, sigara ve Buzbağ şarabı olan siparişlerini “sağol” deyip alırdı.
Bazen, kapının gerisinden; oğlanla aynı boylarda, koca kahverengi gözlü kızı, bazen de oğlanın ayaklarına sürünen tekir kediyi görürdü.
Bir keresinde kızın, adeta haykırışı andırır seslenişi ile adının Mıstık olduğunu öğrenmişti.
Mıstık... Ne tuhaf bir kedi ismiydi?
İlkokuldayken sevdiği kız Şermin’in, âşık olduğu oğlandı Mustafa. Hemen yan sınıfta. Annesi hariciyeci olan Mustafa. Keşke o zamanki sarı tekirine Mıstık deseydi...
Son üç aydır evde bir gariplik vardı. On numarada, tek başına oturan yaşlı kadına sütlerini bırakırken fark etmişti. Beyaz kapının kenarlarından sızan koku bile değişikti. Siparişler de farklılaşmıştı. Sadece içki ve sigara servisi alıyordu İbrahim. Amcaoğlu İbrahim.
Kumral oğlan hiç görünmüyordu. Servise giden İbrahim duymuştu. Oğlan, kızı bırakıp gitmişti. “Kirayı zaten kız ödüyormuş. Oğlan okuyor, kız ona gece gündüz çalışıp bakıyormuş. Erkekçe davranıp, oğlan bırakmış kızı. Ayrılmışlar. Anlatılana göre iki gün iki gece durmadan ağlamışlar. Kız, gözlerinin şişinden işe gidememiş.”
İçi daralmış, dükkândan çıkmış, apartmanın alçak bahçe duvarına oturmuş, güdük parmaklarının arasına bir cigara sıkıştırıp efkârlıca içmişti.
Üç gün sonra siparişe özellikle o çıkmış, iki Buzbağ şarabı için kapı ziline zorlukla uzanmış, içeriden gelen yılgın ayak seslerine kulaklarını dikmişti. Kapı açılmış, sütun gibi iki bacağın dar bir kalçayla birleşiminde, çukur göbeğin sersemletici görünümünü fark etmişti. Kız saçlarını kısacık kestirmişti ve gözleri hatırladığından daha bir kocaman bakıyordu karşı dairenin göz deliğine. Bir saniye sonra gözleri yere doğru kaydı, sabitleşti. Kendisinde hiç tanımlayamadığı bir duyguyu, kızda ise, var olduğundan beri herkeste gördüğü, görmeye alıştığı korkuyu, en çok da tiksintiyi andıran bakışları hissetmişti.
“Hayır” der gibiydi bakışları.
Saklanacak kuytu bir köşe, kaşınan, huylanan bir ense kökü, her an kusmaya hazır bir mide, film şeridi gibi hayatını, hayatıyla beraber kızı anlatıyordu.
İncecik sesiyle “beş milyon” diyebildi. Ucundan tutulan kâğıdı, yine itaatkâr bir sevgili gibi, kıyısından tutarak aldı. Son duyduğu, çarpılan sonsuzluğun kapısı ve içeriden gelen “Les comediens” adlı Fransızca şarkının ezgisiydi.
Nereden bilecekti koca gözlü, kısa saçlı kız Fransızca bildiğini. Küçük anasının Fransız okulunda hademe olduğunu, ortaokulu anasının sayesinde Fransız okulunda okuduğunu, kendi gibi aykırı olan Aznavour’a hayran olduğunu? Bir iki cümle söylese ya da Rimbaud’dan bir dize okusaydı ne olurdu kim bilir kızın hali? Kendine baktı. Küçük ellerine, pantolonuna ve ayakkabılarına. On beşinde kabullenmişti ya her şeyi. Lanet okudu on beşine, kaderine, anasına, Aznavour’a.
İbrahim’i Mart’ta askere uğurlamışlardı. Gitmeden amcasının zorla nişanladığı İbrahim’in, sigaraların hemen üstündeki rafta duran çoğu arabesk kasetlerini kaldırmıştı ilkten. Tülay bir iki kere dükkâna gelmiş, sıra sıra dizilen Aznavour kasetlerine bakmıştı dik dik. Üç ay hiç gitmedi siparişe. Kısa saçlı, koca gözlü kızı düşünmemeye çalışıyordu.
Et pourtant…
Desormais…
Je m’voyais deja…
Ancak, her gün onu anlatıyordu, kendine benzeyen esmer küçük adam şarkılarında. Yıllardır Fransızca konuşmamıştı. Yeşil boyalı küçük odasında, bir boydan bir boya çakılı tahta rafta; Fransızca dilbilgisi kitapları, Madame Giraud’un orta ikide verdiği La Fontaine masalları kitabı ile anası emekli olurken müdürün hediye ettiği İncil duruyordu. Babası kaç kere gâvur kitaplarını atmasını söylemiş, ancak o ısrarla bunu reddetmişti. Fransızca’yı seviyordu. Hatta bir ara, bir iki satırı geçmeyen şiirler bile yazmıştı. İçtiği akşamlar yazdıklarını pembe dosyadan çıkarıp tekrar tekrar okur, yayımlandığında, Onun kitabı alıp, dükkâna geldiğini düşünürdü. Baudelaire’in aşkı kadar aykırıydı hissettikleri. Acaba anlar mıydı yazdıklarından sevgisini?
Ama bir kere bile gelmemişti dükkâna. Belki bir sigara alır, ya da gecenin bilmem kaçıncı yarısında şarabı biter de, belki arar, belki, belki çıkar gelir diye kapamamıştı dükkânı sabahlara kadar.
Bahar aylarının ilkiydi. Telefon çaldı.
Oydu!
İki paket sigara, bir de büyük kanyak istiyordu.
Kanyak?
Buzbağ şişelerine takıldı gözleri. Dükkânı, İbrahim’in üvey kardeşine bıraktı. Siparişe çıkacaktı. Neler olduğunu anlamalıydı.
Sonsuzluğun önünde durdu. Zorlukla zile uzandı. Kapı fısıltılar arasında açıldı.
Uzun iki bacak sonrası, bu sefer görünmeyen çukur göbek, aynı kısalıkta saçlar, küçük gözler, uzatılan bir on milyonluk. Kaçamak bakışlar sonrası beklenilen para üstü, sonra “sağol” lafı.
İçeride Fransızca konuşan yoktu. Aç bir kedi çığlığı, sarhoş kahkahalar, kesik kesik “cüce” kelimeleri beyninde yineleniyordu.
Merdivenler döne döne iniyordu.
On numaralı dairedeki kadın akşam sütünü bekliyordu.
Çaputtan beşik sessizce salınıyordu.
Aznavour “L’amour c’est comme un jour” diyordu.
Temmuz 2002
Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder