9 Mayıs 2010 Pazar

YÜZÜME YAKLAŞMA

Ablam gelmişti. Son beş yıldır birlikte değildik. Aslında birlikteydik, sanki mutlu bir aile gibi. Ama değildik İş için farklı şehirlerdeydik. Hatta o, okumak için başka bir memlekete bile gitmişti. İki yıl hiç yoktu annemin evinde. Babam da, ben de yoktuk o evde. Ama aileydik işte.
Annem, babamla evlendiğine ya da ne bileyim, otuz yıldır onu terk etmediğine göre güçlü bir kadındı herhalde.
Ben zordum, ablam değil. Başım kocamanmış ve anamın canını çok acıtmışım.
Başım hâlâ kocaman.
Ablam hep mükemmeldi. O, doğru ve iyiydi. Üniversiteye gitmişti. Bense, kazandığım bölüme bile ancak iki ay dayanabilmiştim. Onu okuttular, ama ben çalışmak zorunda kaldım. İstediğim yeri bitirsem de para kazanamazmışım. Zaten beni orada okutacak kadar paraları yokmuş, ya da yetiremezlermiş ay sonunu. Böyle demişti babam bir akşam yemeğinde.
Babam dünyasından bizi hep uzak tutmuştu. Sertti, kararları doğruydu. Ne iş yaptığını bile yirmi üç yaşımda öğrenmiştim. Hiç kimsenin öğrenmek istemediği bir şeydi. Tehlikeli bir iş.

Nasıl yani?” diye sormayın işte.

Lanet olasının işini hiç bilmek istemiyordum ama bir gün öğrettiler. Ve başım; anamın apış arasını acıtan kocabaşım öğrendi, her şeyin gösterilenden ne kadar kötü, belki komik -evet komik-, ama gerçek olduğunu ve aslında ne kadar tuhaf bir aile olduğumuzu.
Babam bir ara işi için bar kadınlarını kullanıyormuş. Sonra o kadınlar bildiklerini bizimkilere -kimse onlar?- anlatıyorlarmış.
Hiçbir şey anlamamıştım. Anneme soramıyordum. Evde böylesi konuları konuşmak yasaktı.
Babam en son, ben on beş yaşımdayken dans etmişti. Ve sanırım çok sarhoştu.
Hiç, çok sarhoş olmamış olduğumu düşünebilirsiniz. Ama yanılıyorsunuz. Lise sonların veda gecesinde, sevgilimle birlikte votka içip sarhoş olmuştuk.
Ve yapış yapış bir dans sonunda, ancak Müdür ayırabilmişti koca kafamı ondan. Belki o yüzden, babamın sarhoşluğunu ve inanılmaz dansını hatırlayabiliyor ve anlayabiliyorum.
O gece, annem soran gözlerle bana bakıyordu. Böyle olduğu zamanlarda ona dayanamıyordum. “Ben nereden bileyim, o senin kocan” diyen keskin bakışlarım onu hiç tatmin etmemişti. Küçük ve son olan bendim ya, belki bir bakıma hisseder ve anlardım Onun çılgın gibi dans etmesini.
Ama anlamamıştım.

Sallanıyorum istekli. Erkeklerden biri boynumu öpüyor. Aldırmıyorum, hatta sıkılıyorum, ağzı kanyak kokuyor. İçim kalktı. Gözlerim karşı duvarda, NYMPHAEA tablosundaki kadının küçük ayaklarında. Ressam ince elemiş sık dokumuş renkleri, küçük kutucuklar yapıp içine hapsetmiş. Her yer benek. Renkli benekler. Siyah yok. Sallanıyorum. Janis Joplin coşuyor. Az evvel içtiğim sarmanın etkisi biliyorum. Ağırım. Gözlerim kocaman. Kafam zaten kocaman.
Küçük benekler büyüyüp koca benekler oluyor. Büyüyorum ya...
Dilim ağzıma sığmıyor. Tükürüp atmak geliyor içimden.
Mehmet’e dilimi çıkarıyorum. Beyaz, pütürlü dilime şaşkın şaşkın bakıyor. Dilim sesime küsmüş. İnliyorum ara ara.

Öylece sallanıyordu pistte. Bir kukla gibi. Kendinden bağımsız devinen kolları, bacakları ve başı vardı. Annem beni suçluyordu ama onun da başı kocamandı benim gibi. O da aynı adı taşıdığım babaannemi zorlamıştı çıkarken.
Babaannem, adaşım. Koca gözleri neredeyse roman yazmış. Görmedim onu hiç. Babam altısındaymış, dans etmekten yorulup atkılı ayakkabılarını, fistolu eteğini ve lanet kafasını bana ödünç bırakıp gittiğinde. Babam hariç, kimse hakkında konuşmaz.
"Neden” diye soramıyorum. Herkes sus pus olmuş, konuşmuyor inatla. Annem kaş göz işaretleri yapıyor. Aynen cevap veriyorum soruyla. İçki masasından mutfağa çekilip, artıkları bir tabakta öbeklenmiş barbun kafaları arasında, annem çıtlatıyor işin aslını.
“İşveli kadın babaannemi evermişler kendinden hayli yaşlı bir adamla” diyeceğimi sanıyorsunuz ama öyle değil işte işin aslı. Osman dedem güçlü kuvvetli bayağı da yakışıklı bir adammış. Ama adaşım dans etmeyi seviyor. Kasabanın en yakışıklısı, kendinden beş yaş küçük, kaymakamın oğlu Ethem de çok güzel dans ediyor...
Cumhuriyet Baloları’nda babaannemin gözü bizim Ethem’de. Sonra? Sonrası, işte orası muamma. Anlatılan buraya kadar. Annem de “Bu kadar biliyorum” diyor ve usulca gülümsüyor boşalmış bir şişe şarabın gerisinden.
Gizemli kadınmış babaannem. Sahne almanın yitik bir doğurganlığı varmış onda. Ruhun çelmesi, duyguların orospuluğu. Bu öğretilmez bence.
Doğurganlığı, -karın çeperlerinden kopan, acıtan, bağırtan, yırtılarak çıkan bir mirasın, yeni bir hayatın- elindeki tek silahı olmalı. Yani, bilinçdışı bir kendini yaratma.
Sonuç; babam.
En son ben, on beş yaşımdayken dans eden babam. Sonrasını görmedim, bilmiyorum. Ama herhalde öylesi bir salınım hiç olmamıştır hayatında.
Aile dansı seviyor diyorum içimden. En büyük amcam da dans edermiş kundaktan beri. “Savaş” adı. Yelken kulaklı. Kırmızı düşkünü. Bir evi var memlekette, tamamı kırmızı. Yanık ezeli. Yüzyıllardır görüşmüyoruz. Babam arada bir gittiğinde uğruyor. Sadece beni soruyormuş. Gitmek istiyorum, ama kırmızı beni esrikleştirir de hep onunla kalırım diye korkuyorum.

Mehmet’in yüzü kırmızı, saçları koyu siyah. Vuruyor yeşil gözleri yerden yere. O da çekti üç dört nefes. Bir erkek habire boynumu öpüyor. Her yer leş gibi kanyak kokuyor. Mehmet yüzüme yaklaşıyor.

Ablam geldi demiştim. Herkesin aynı olduğu o eve, deniz gözlü ablam geldi. Güzel bir yemek masası, annemin yapmacık mutluluğu, babamın hiç unutmadığı kendine yapılan haksızlık öyküleri, beni evde bekleyen sevgilim... Ne kadar yabancıydık birbirimize. Ada usulü pişmiş rosto bile, birlikteliğimizi öykülemiyordu. Hani yüklemler hep “dı” ardılıyla başlar ya... Annem, nenem gibi rosto yapamıyordu. Babam, babaannem gibi dans edemiyordu. Ablam okul birincisiydi. Bense duygularımı ancak üçgenlere yükleyip, anlatamıyor ama resim yaptığımı sanıyordum. On dokuzuncu yüzyıl Rus yazarları gibi ilkönce kendimizi, sonra birlikte yaşadıklarımızı kandırıyorduk.
Önceleri ablam, yenilginin öğretisini tattı. Annem “fallus”undan oldu kırk beşinde. Sonra dans edemediğim, ama bir kadın olarak hep reverans yapan ben; ilk dansımı, -belki komparsitamı-, kumral saçlı sevgilimi kaybettim.
Her gece, sevişmeden önce elimde bir megafon onu dansa davet ediyordum ama o, bir soylu değildi. Boğazından prangalanmış bir erkek Carmen gibiydi. Dişiliğim ne zaman çekse, acıtıyorsun deyip kaçardı. Uysal bir Ankara kedisi misali yeşil gözleri, yırtan, acıtan, terk eden bir vaşağa dönüşüverdi o gün.
Kara, kapkara bir gölgeydi kapıda bekleyen. Adaşım geldi aklıma. “Haydi, dans et” diye bağırıyordu şeytan. İç gıcıklayıcı bir şeftaliyi andıran ensesini gördüm kapıyı kapattıktan sonra.
Kışın ortasında şeftali...
Ağzım sulanmıştı.
İblis iş başındaydı.
Kara gölgesi; Nymphaea’nın önündeydi. Orada konuşacaktı. Yıllardır ellemediğim tahta boya kutum, salonun ortasında açıkta duruyordu. Kırmızı tüp açılmış, belli ki koklanmıştı. Eli, kırmızının yangınını saklamak ister gibi cebindeydi. Hep kara üçgenler vardı hayatımda son dokuz yıldır. Renkleri unutmuştum. Kırmızı zaten mahkûmdu.

Elini çıkarıyor. Acı... Biber kırmızı. Gerçek... Evet ya gerçek... Bir şeyler var... Amcam Savaş... Kırmızı ev... İblis koşuyor... Babam dansa başladı...

Yüzü, gözbebeklerimin içine acımasız bir bıçak gibi giriyor. Ağzımın yayvanlaşamasını önleyemiyorum. Umurumda da değil açıkçası. Bir nefes daha alıyorum sigaradan...
Odadakiler coşmuş. Köşedeki divanda oturan kırmızılı karı, fingirdeyerek yanındaki karıya sırnaşıyor, ucuz etlerini örten giysileri birbirlerinin kadınlıklarını tutuşturuyor.
Bulanık bir tuval gibi her yer. Köşelerin renkleri bir bir değişiyor. Köşeler kaçıyor. Acıtmıyor artık eskisi gibi. Sağa sola atılmış ufak tefek mor lekeler. İçleri göz göz olmuş insansı silüetler. Devinimleri yavaşlamış erkek müsveddeleri.
Desenler âleminde bir yalanlar topluluğu. “Çizgilerle fazla oynama. Zorlama onları kendin gibi. Bırak konuşsunlar, madem sen konuşmuyorsun. “Renkleri sevmezsin zaten... Hele kırmızıyı...”
Kim konuştu?
Eskilerden biri.
Desen hocam!
Bir nefes daha.
Her yerde karnaval var. Sarılar, maviler, iğrenç morlar. NYMPHAEA’nın güdük ayakları. Aynı Sinan’nın küçük erkek ayakları gibi. Kızıl saçlarının karnıma sürünmesi. Kadınlığımı tutuşturan zımparayı andırır, aynı renkteki sakalları... Kızıl kırmızı onlar da.
Tuvalden pul pul olup, dökülen çocuksu yüzü yastığımın kenarında.

“Ayrılalım” dedi aniden. Prangalarından kurtulmuş gibiydi. İşte şimdi, başkaldıran güzel Carmen di o.
Erkek olsaydım o tokatı atar mıydım?
“Neden?” diye soramadığım çelik bir mühürle kapalıydı ağzım. Soru işaretleri hep benim kafamdaydı ve dilime değmemişti gerçek tadı.
Gözlerim kudurmasın diye başım yardıma koşmuş, ilk ve son defa işe yaramıştı.
Koca kafam önüme bakıyordu.
Uyuşma kollarıma, oradan tüm vücuduma yayılıyordu. Adaşım geldi düştü aklıma. Gittiğindeki yaşı, yaşıma daha vardı.
Ama benim emaneti bırakacak koca kafalı bir oğlum yoktu.

Mehmet’e yüzüme yaklaşma diye bağırdım.

Ağustos 2002
Ankara

Hiç yorum yok: