Bir Alkoliğin Anıları.
Jack LONDON
Kafamı kaldırıp, okulun ağır demir kapısının iki yanında yukarıya yükselen mitolojik devleri andıran çınar ağaçlarına baktım. İnsanın kemiklerini donduran ayaz dalga dalga yayılıyordu.
Bu şehrin kışlarının; sevgisizlik içinde titreyen bizlerin, geceleri yatakhanenin en az iki karış aralık tahta kapısından süzülüp açıkta kalmış pembe topuklarımızı nasıl yaladığını hatırlıyorum.
Bahçe kapısından içeriye doğru yürüdüm. Kayrak taşlı, en az iki metrelik yolun kenarlarına, aralıklarla öbeklenmiş çürük yaprak yığınlarını görünce gülümsedim.
İhtiyar Rüstem Efendinin, Müdürün zoruyla sfenks’in pençeleri kadar büyük bir tırmıkla tüm yaprakları; ağzında ikinci sigarasıyla taradığını ve yaptığı yorucu işi göstermek için olsa gerek, taş yolun her iki yanına öbeklediğini, bahara kadar da ellemediğini hatırladım.
Her sabah müdür ve öğretmenlerin okula gelişleri sırasında, meçhul asker anıtını zorla selamlamalarını ister gibi, yığınları tekrar tekrar kabartır, ela gözlerini Müdüre dikerek başıyla beraber hafifçe öne eğilirdi. Eğleniyordu bu seremoniyle. Belki de için için alay ediyordu.
Bir keresinde, akşamüstü kapıya kadar koşup, iki numara büyük ayakkabımın kenarından itina ile çıkardığım sigarayı içerken, sessizce arkamdan yaklaşmış “ Ne ülen? Kaçmaya mı çalışıyon yoksa?” demişti.
Sona gelmiş ikincimi, usta bir hareketle avucumun arasına saklamış, “ yok be!”diye cevap vermiştim. Avucumdan tüten gri duman öylesi bir ele verme oyunu oynuyordu ki, kulak memelerim, olgunlaşmış küçük kızılcık tanelerini andırıyordu.
“ Haa… cigara içiyon. İç iç.” dedi. Elimi biraz korkak biraz da hevesle dudaklarıma götürdüm. Kendisi de bir tane yaktı. Sonra duvarın altında, oraya buraya atılmış bir sürü kazmanın, küreğin, altı delik teneke kovanın arasından tahta bir oturak çıkarıp oturmam için işaret etti. Çaresiz bir boyun eğişti benimkisi. Oturdum.
“ Nerelisin sen.?” diye sordu. Uzak kasabamın adını söyledim. “Biliyom orayı. Askerde arkadaşım oralıydı. Hem yeşil hem karaymış. Doğrumu?” dedi.
Gözlerim buğulanmıştı.
İs kokan kasabamı hatırladım. Çelik çomaklı çocuk seslerinin, nenemin yanık türkü sesine karıştığı, ekşimsi ekmek hamurlarının kokusunun kol gezdiği taş avlularıyla, Hamız Dağının eteklerine yayılan kasabamı.
Uzaktan zilin sesi geliyordu. Aceleyle kalktım. Ayağımdan kaçıp başka bir ayak bulacakmış gibi isteksiz davranan pabuçlarımın bağlarını sıkılaştırdım. Sol ayağımdaki ikinci sigarayı yokladım.
Gülmeye başladı. Daha gülerdi belki ama, nikotine küsmüş ciğerleri gülmesine de kızıyordu. Ağaçların arasından yayılan öksürük sesi daha dünmüş gibi adımlarıma eşlik ediyordu.
Hafta arası gelmediğim iyi oldu dedim kendi kendime. Aradan kaç sene geçtiğini hatırlamıyorum. Belki yirmi, belki otuz. Mermer bezeli taş bina hiç değişmemiş.
Hayatımdan onca sene koşarak uzaklaşmış, bense sadece şimdi durduğum gibi omuzlarım göçük, bir sürü kışın baharı müjdelemesine rağmen kendimi o karalıktan kurtaramadan - belki kurtarmak istemeden – ağaçlara bakmıştım.
Orada, öylece ne kadar durduğumu hatırlamıyorum.
“ Buyurun, beyim. Birine mi baktınız?” sesiyle irkildim. Kadın hademelerden biriydi. Aynı seneler evveli Rüstem Efendiye yakalandığımdaki gibi kızarıverdim. Koca adamdım ama, duygusallık yarası değil kapanmak kabuk bile bağlamamıştı.
“ Eski mezunum da.” dedim bir çırpıda. Kadın, “ yatılısı kalktı. O yüzden kimsecikler yok. Ama isterseniz şöyle geçip bir bakın.” dedi. Başımla, olur gibisinden bir şeyler dedim.
Lacivert kaşe paltolu, bu garip yüzlü adam belli ki hademe kadını pek korkutmamıştı. Oysa fer'î kaçmış gözleri, bilinmeyen bir hayvanı andırır buğulu bakışları, hele askerde, bölüğün esrarkeşi Korkut’la kavgasında, yüzünü kaşının üstünden başlayıp boydan boya yaran kasatura izi ile herkeste çekingenlik rüzgârları estirir, ancak kendisi hiç üşümezdi.
“Alıştım artık” dedi aralık dudakları. Karşıda okula adını veren ünlü şairin büstü duruyordu. Ezberci adımları, soldan yukarılara döne döne çıkan merdivenleri çıkmaya başladı. 7 fen A’nın bulunduğu üçüncü kata geldiğinde, arka bahçenin asırlık gürgenlerine bakan sınıfın, 1G sınıfı olduğunu gördü. Son onikilerin; bakalorya sınavlarının, sıradaki kopyalarıyla bilinmez yazıcılarına hep dua edilen koca 7 Fen A sınıfı, şimdi orta bir talebelerine analık, yardım ve yataklık yapıyordu demek?
Sınıfa girdi. En arka sıraya gitti. Uzun paltosunun eteklerini toplayıp bacaklarının elverdiği şekilde oturdu.
“ En baştan başlayacağım, hatırlamaya” dedi.
Sıcak bir oniki eylül günü, is kokan kasabasından geçen kara tren; kendisini ve maden demirbaşı babasını, içinde iki kat temiz elbisesi, bir tane yünlü palto, iki çift ve iki numara büyük ayakkabıları ile babasına Marshall yardımı sırasında verilmiş üç adet yün fanila ve nenesinin diktiği patiska donlarının düzgünce yerleştirildiği rengi atmış, çevresi kalın bağ urganıyla açılmasın diye sıkıca sarılmış bavuluyla birlikte alıp, bu uzak diyara getirmişti.
Adam kaydını yaptırmış, eline bir beş lira tutuşturmuş, “ Nenen merak eder, mektuplarını aksatma ha!” demiş ve arkasına bakmadan, is kokan, göçük cenneti kasabasına geri dönmüştü.
“Orada ne kadar kaldım?” diye sordu. Bir? İki? Belki üç saat.
Aynı şimdiki gibi, zaman açlıktan kıvranan bir ortaçağ canavarıymışçasına kendi kendini yiyordu sanırım.
Müdürün odasının yanındaki sırada, zamanı sayarken orta yaşlı bir öğretmen gelip beni yan binanın en üst katında bulunan yatakhaneye götürdü. En dipte örtüsü açılmamış somyayı işaret etti. Yeni gelenlere, soğuğa alışsın diye pencerenin yanındaki yatak verilirmiş. Çok sonraları birisi söyledi.
Bavulumu yatağın kenarına koydum. Yanımda yerden tavana kadar uzanan çift kanatlı pencere, açgözlü gecenin eylül serinliğine kaçamak bir işve yapıyordu. Yalnızlığın habercisi enseme ortak olmuş saç diplerimi közlüyordu sanki.
O geceyi yarı uyanık bir halde, anamın teleme peynirini andırır beyaz ellerinin ürpertici sevgisi içinde geçirdim. Sonraki geceler de ise, bir kadının bile ısıtamayacağı hışırtılı yatak çarşaflarına alıştım.
Etrafına baktı. Okulda sigara içilmez sesi kulaklarına asılıyordu. Kadın hademe ortalıkta görünmüyordu. Olsa bile kızışmış gözlerinin “sigara istiyorum ve içiyorum” buna karşı koyamayacağını düşünüp bir sigara yaktı.
Ertesi gün Tanju, yanındaki yatağa eşyalarını kendi evindeymişcesine fırlatmıştı.
“ Yenimisin sen?”
“ Evet.”
“ Belli. Sigara içiyormusun?”
“ Hayır!...”
“ Üzülme, alışırsın.”
“ Benim ona verecek param yok.”
“ Benim de yok . Zaten sen vermezsin. Büyükler alır. Kendine hemen birini bul. Hoş bulmasan da fark etmez. Onlardan birinin adamı geçen sene okuldan atıldı. O yüzden herhalde seni Con Barlikorn alır.”
Sigaradan derin bir nefes aldı. Bilinmeyen bir hayvanı andırır gözleri, sevgi ve hatırlamanın coşkusu içinde renk yitirmişti.
“ Ne korn? Ne diyon sen be?” diye bağırırken,
Tanju, serkeş bir umursamazlıkla; “ Ne bağırıyon lan! Yarın görürsün.” demiş ve evden ütülü getirdiği balıksırtı pantolonunu yatağın altına sermişti.
Tüm gece maden sinemasında seyrettiği Amerikan filmindeki adamın adını düşünmüş ve sonra onun da adının Con olduğunu hatırlamıştı. Yarın gelecekle, Amerikalının adının aynı olmasını bir türlü anlayamamış, karışık rüyalar içinde uykuya dalmıştı.
Con temiz elbiseli bir şerifti. Komançilere karşı, kasaba halkını koruyordu. Ama çok içiyordu. Içtiği viski denilen bir içkiydi. Paşa çayı gibi rengi vardı. Çayı çok içtiğinden karısı adamı terk ediyordu. O da tek başına Komançilere karşı koyuyor, ölmekten hiç korkmuyordu. Ne zaman kendi yaşlarında olan oğlunu Komançiler kaçırıyor, işte Con o zaman deliye dönüyor, oğlunu kurtarıp, karısını öpüyor ve film bitiyordu.
İkinci sigarayı da yaktı. Kendi filminin birinci düğüm noktası başlıyordu. Tıpkı, ünlü senaristin olayı kesiştirmesi ve seyirciyi tekrar filme ve konuya bağlayan yeni bir jönü ortaya çıkarması gibi. Bu senaryoda kadın yoktu. Karakterlerin ikisi de erkekti. Daha doğrusu biri kendisi, diğeri ise Con Barlikorn’du.
Canı paşa çayı istemişti. Kadın hademe ortalıkta yoktu. Usulca iç cebinden küçük şişeyi çıkardı. Acele ile bir fırt aldı. Etrafına bir daha baktı. Dedesi buna polis düdüğü derdi. Bir anda çıkan ve bir daha kulaklardan hiç gitmeyen…
Fiiiyuuuu…..
Ta ki, nezarette acılar içinde geçmişini bile sorguladıklarında, dilinin bir yerlerine takılan, tükürüp atmak için bile zaman tanınmayan, kendisine ait senaryonun ilk replikleri gibi…
Oyun, işte o zaman yazılıyordu. Fellini ya da Bergman kadar doğal, acının paylaşılabilirliliği açısından diğerlerinin hiç yadsımadığı kadar gerçek…
Tanju yanılmamıştı. Okulun ikinci gününde, mütalâa saatinde, dersliğin kapısında elleri cebinde belirmişti Con. En az yirmilerinde; hafif sakalları ile yıllardır pencere soğuğu yiyenlere, düşünceli gözlere ve kulaklara, en çokta avurtlarına inen çizgilerde vücudunu sorgulayanlara özgü kabullenmiş izler taşıyan, Komançilerle savaşan, karısını öpen kurtarıcı, bu gaga burunlu oğlandı işte.
Hafif klârk bir bakış çekmişti. Sonradan çok iyi bildiği “ dışarı gel!” demekti bu. İki numara büyük ayakkabıları elinden geldiğince bu emre boyun eğmişti.
“ Efendim.” dedi azıcıkda dayılanarak. Beriki ise hiç etkilenmemişti.
“ Yeni gelen sen misin?”
“ Evet”
“ İyi. Akşam yatmadan yemekhanenin arkasına gel. Sana diyeceklerim var.”
Polis düdüğünden bir fırt daha almıştı.
Uçkun… Adı bile kendi gibi tuhaftı. Ama okulda, bu adı ancak öğretmenler sözlü yoklamada dile getirirlerdi.
Uçkun…
Babası bitişik ilin valisiydi. Şehirde teyzesi olmasına rağmen, o yatılı kalıyordu.
Akşam yatakhane nöbetçisine ne diyeceğimi düşünüp kapının önünde volta atarken Selami yanıma yaklaşıp “ hemen in, seni bekliyor” dedi. Koşarak indim. En dip masaya oturmuş, bir sigara yakmış, ağzından garip şekilli dumanlar çıkarıyordu. Aynı filmdeki Komançilerin duman işaretleri gibiydi.
Eliyle sırayı işaret edip “ Otur ” dedi. Öylece bakıyordum. Neden sonra oturabildim.
“ Adın ne?”
“ Mehmet ”
“ Bak Memet, bundan böyle, evci çıktığında ya da seni dışarı çıkardığımda bazı şeyler yapman lazım. Onları yapacaksın. Böylece burada rahat edeceksin. Üst sınıftakiler sana sataşmayacak vs vs…” dedi. İkinci sigarayı da yaktıktan sonra yakaları kalkık ceketinin iç cebinden buruşturulmuş kesekâğıdını çıkarıp bir yudum aldı.
“ Rakı mı içiyon sen?”
“ Hadi be ya… Rakı böyle mi içilir? Baban içerken hiç görmedin mi? Kanyak bu. Al bir fırt, istersen.
“ İstemem.”
“ Sen bilirsin. Alışırsın sonraları. Hepiniz, önceleri böylesinizdir…”dedi. Bir yudum daha aldı. Sonra “ Hadi git artık.” deyip karanlık koridorda kayboldu.
On gün ortalarda hiç görünmedi. Salı gecesi, mütalâa da yine kapıdaydı. Bu arada Selâmi, diğer yeni gelen çocuklara yaptığı eziyeti bana yapamıyordu. Gizli bir anlaşma vardı sanki aramızda. İmzayı atan ise Uçkun’du.
“ Yarın sinemaya gideceğiz. Paran var mı?”
“ Evet.”
“ İyi. On kuruş.”
“ Kovboy filmi mi?”
“ Hayır. Altın arayıcıları ile ilgili bir film. Alaska’yı anlatıyor.”
“ Acı pirinç’e niye gitmiyoz? ”
“ Karı memesi seyredip ne bok yiyecen? Bunu seyredecez. Belki böylece azıcık coğrafyan ve hayal gücün gelişir. Tamam mı lan?” dedi. Sigarasını fırlatıp gitti.
Henüz sönmemiş sigarayı yerden alıp, bulaşık musluğunda ıslattım. Yaş izmariti cebime attım. Yatakhanenin ışıkları sönmüştü. El yordamıyla yatağımı bulup kafamı yastığıma gömdüm. Rüyamda nenemi gördüm. Ölmüş dedemle bir olup çıplak ayaklarıyla küçük beton havuzda üzüm eziyorlardı…
Ertesi gün, mütalâa biter bitmez yatakhanenin dış kapısında ellerim cebimde bekliyordum. On beş dakika sonra yakaları kalkık, gri pardösüsü ile karanlıkta aniden belirivermişti. Dış kapıdan Rüstem Efendinin fütursuz bakışları içinde, elimizi kolumuzu sallaya sallaya çıktık
Onun yaşlarında bir oğlandı filmin kahramanı. Macera olsun diye Alaska’ya gidip, diğer adamlarla altın arıyordu. Saçları buz tutuyor, beyaz ve koyu yeşil renklerin içinde hayatta kalmaya çalışıyordu. Bu arada yaralı bir kurdu iyileştiriyor ve yalnızlığını onunla paylaşıyordu. Onun da anası yoktu.
Gaga burnu, birbirine yakın gözleri ile kendini onunla özdeşleştirip bir heykel kadar hareketsiz durarak filmi seyretmesi ondan korkmama neden olmuştu. Film bitip de ışıklar açıldığında bir süre hareketsiz kalmış, salondan en son biz çıkmıştık. Okulun yüksek duvarlarına gelene kadar tek bir kelime etmemişti. Rüstem’in yanına gitti. Birkaç dakika konuştular. Sonra ağır demir kapıdan içeri girdik. Taşlı yolun ortasında, beni aniden bırakıp aynen akşam geldiği gibi kayboluverdi.
Hayat onunla güzel geçiyordu. İlk günlerdeki biribirimize olan çekingenliğimiz sonraları yok olmuştu. Teyzesinin büyük oğlunun bisikletini almış, Rüstem Efendiye küçük evinin kenarında durması için üç beş kuruş vermişti.
Perşembe akşamları sinemaya gitmezsek yine kaçıyor, onun en sevdiği sevgililer tepesi’ne çıkıp kanyak içiyorduk. Sonra o, bir ayağı pedalda, bisikletin ortası ile paralel hale getirdiği diğer bacağı havada, yandan görenlerin büyücek bir “T” harfine benzettikleri vücuduyla yokuş aşağıya iniyordu. Bense kahkahalarla gülerek yanında koşuyordum.
Pek konuşmayı sevmiyordu. Ama bir gün anasının -benimki gibi- kız kardeşini doğururken öldüğünü söyledi. Vali babası, tam bir sene sonra civar kasabanın kaymakamının baldızı ile evlenivermişti. O yüzden evci çıkmıyordu. Okulu bitirip, Alaska’ya giden gemilerden birinde miço olacaktı. Aynı filmdeki gibi…
Bir gün elinde eski bir dürbünle geldi. Dediğine göre büyülü bir dürbünmüş bu.
“ Anlamadım ” dedim.
“ Herşeyi yakınlaştırır ya. İşte bak. İyi bak akılsız. Alaska’yı göreceksin” deyip denize, kuzeybatıya çevirmişti küçük gövdemi. İkimiz bir filmin aynı karesinde yaşıyorduk şimdi. Birbirine yakın gözleri, özlemden birbirine biraz daha yakınlaşmış, Moby Dick’te ki gemiler - Goney, Town-Ho, Jeroboam, Soltero, Raquel…-, ile Jack London’un bütün kahramanlarının adlarını sayıklıyordu.
Onunla olmak, panayırlardaki hayal evlerine girmek gibiydi. Sırlı aynalar onun sözleriyle dile geliyordu sanki. Kâh, Kaptan Kid’in hazinesini arıyordum, kâh Cavendish’in atlılarının yitik süvarileri, kâh Kral Arthur’un Lancelot’u oluyordum.
Mütalâa da olduğum zamanlarda, O kütüphaneden aldığı macera kitaplarını okumak için büyük binanın tavanarasında oluyordu. Ama beni oraya hiç götürmedi.
Sonra kötü son geliverdi. Geldiği gibi gitti.
Sessizce….
Bisikleti ve dürbünü bana bıraktı.
Merdivenlerde ayak sesleri yankılanıyordu. Hademe kadın, başını kapıdan içeri uzattı. Tuhaf bir gülümsemeyle selamladık biribirimizi. Gitmem gerektiğini anlamıştım.
Bahçe kapısından çıkarken, içimden arkama dönüp bakmak gelmedi. Aklım ayaklarıma hükmediyordu. Eskilerin kıyıcı duygusallığı dedemin bağ orağı gibiydi.
İlk zaman hiçbir şey anlamazsınız. Sonra keskin demirin, aşk acısını andıran soğukluğu yüreğinize yerleşir. Hayaller dile gelir. Geçmişinizi, tatlı hemşirenin sıcak avuçlarını, vücudunuzun gizli kalmış yerlerinde gezinmesiyle fark edersiniz.
Sınıfın açık penceresinden iştahla içeri süzülen rüzgâr; eskileri, tahtanın tebeşir tozunu, iğdelerin iç bayıcı rahiyası ile bir hafta sonu, sahte evci kâğıtları ile kaçıp, adaya gitmemizi hatırlatmıştı.
Şehirlerarası otobüs garajına gidip, kıyı kasabasına giden ilk otobüse biniverdim. Başıboş bir gidişti benimkisi. Savrulmuş hazan yaprakları gibi kolay ve bilinen duygu sağanağı sonrası hiç değildi. Öylesine, basit denebilir cinsten. “Yersiz bir öfke seninkisi” demişti Meral. Acıları kendi bedenimden çıkarma dürtüsüydü belki.
Bilmiyorum.
Tek bildiğim, dürbün küçük el çantamdaydı. Her nasılsa uzak şehrimi, yine bir çift atlet ve donla terk ederken ilk aldığım o olmuştu.
Şubat 2003
Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder