Hareketin, en önemlisi aşkın, sadece renklerden oluşmadığını; her duygunun, şehvetin ancak ellenince farkına varılacağını umarım birisi sana anlatıyordur.
Yaşlı kadın, sapı oldukça büyük demir anahtarla tahta kapıyı ardına kadar açtı. Yukarıda birbirine çaprazlama dayanan tahta kirişlerden sarkan kocaman bir öküz çanı sadece on saniye süren homurdanmanın ardından sustu. Kadının yorgun bedenini tüm gün sürükleyen plastik terlikleri, şapla kaplı betonda rahatsız edici yankılar yapıyordu.
Avlunun her iki yanında, yıllardır ellenmediği belli olan ve artık bir bitki kümesinden çok toprağı tamamen sahiplenmiş kara-yeşil bir orman hâkimiyeti tüm azametiyle yolumuza uzanıyordu.
Yaşlı kadın, evin ön kapısına kadar uzanmış sarmaşık yığınını ayağı ile itip, belinde sallanan ve ilkine oranla daha küçük bir anahtarı deliğe sokup, biraz da zorlanarak camlı kapıdan içeri girdi.
İçerinin nemi, kendini azar azar dışarıya gösterirken, yılların eski sakinlerinin esaretten henüz kurtulmuş çürük hatıralarını da dışarıya itiyordu.
Bu itiş kakışlar arasında her nasılsa paslı kapı menteşelerine sinmiş hafif bir lavanta kokusu hissettim.
Anneannemin komşusu Olga Teyze de böyle kokardı. Onunla tanıştığımızda sanırım ellilerindeydi.
Koyu altın sarısı - boya tabii- ancak ondüleli kısa saçları, pudralı yüzü ve kırmızı ruju, çiçekli kolsuz robuyla ve yakasına itina ile iliştirilmiş çeşitli iğneleri ile her zaman yarım yamalak Türkçesine kattığı İtalyanca kelimeleriyle, annemle babamın meşhur rakı-balık sofralarında bir ayrıcalık yaratıp beyaz şarap içen, yazları açık olan gerdanında ufak bir haç taşıyan, dayımın şehit cenazesinde camide dua ettiğinde yine mahalleden ihtiyar bir cadalozun kâfir nitelemesi sonucu “ben kâfir değilim kâfir hiçbir dine ve Allaha inanmayana denir” diyerek ağlayan İtalyan göçmeni, Olga’cığımın sürdüğü lavanta kokusunu hissettim.
Yaşlı kadın çoktan içeri girmiş, kapı önünde kalmış bana, “vaktim yok, hadi çabuk ol” gibilerinden bakıyordu.
Kocaman bir mekândı. Ortada, bir üst katı taşıyan ve en az iki kişinin el ele tutuştuğunda kucaklayabileceği bir sütun vardı. Bir duvarı tamamen irili ufaklı nişlerle, diğer tarafı ise yerden tavana kadar uzanan camlarla kaplıydı.
Lavanta kokusu her yerdeydi.
Seneler evvel; artık terk edilmiş bir mezarlığın, Gayrimüslimlere ayrılmış kısmında oldukça yakışıklı iki rahibin, önce Türkçe ilahi sonra ise Latince dualar okuyarak, üzerinde metal bir haç olan siyah saten tabutun içinde, çocukluğumun kutu bebeklerini andırır şekilde yatan Olga’cığımı, yine lavanta kokusu sürülü en güzel elbiseleriyle geldiği yere geri döndürdükleri zamanı hatırladım.
Bu ev ve lavanta…
Şıpıdık terlikli kadın, sütunun yanında öylece duran bana bakıyordu.
“Yukarıda da odalar var. Görecen mi?” dedi.
Olga’cığım her geldiğinde, bazen şemsiye çikolata, renk renk akide şekerleri bazen de, eğer Sergen Pastanesine uğramışsa elma şekeri getirirdi.
Odaları görmeme gerek var mıydı? Nasılsa yatak odası kullanmamayı seçmiştim seneler öncesi. Mahrem denilen şeyler benim için öğrenilemeyen, belki dilimin dönmediği Fransızca kadar yabancıydı.
“Hayır, gerek yok…” dedim. İhtiyar kadınla, karşılaştığımızdan bu yana yaptığım ikinci cümle alışverişiydi bu…
“ Tutuyonuz mu?”
“ Evet” dedim kısaca.
Kira sözleşmesini kiminle yapacağımı merak ediyordum. Okuması yazması olmadığından, erkeği bazı kâğıtlar imzalatacakmış bana. Adam meydanda, gelirken gördüğüm salaş kahvede beni bekliyormuş.
Topukları çatlak çatlaktı.
Hem de siyah…
Renkler, hayatı işte böyle yüzeysel anlatıyordu. Ancak elini sürdüğünde anlardın her şeyi. Ya koklamak, nefesin dolu doluluğu?
Bir ayak nasıl kokardı acaba?
Gittiği her yerin kendine has kokusunu birkaç saatliğine alır, beyine o da bir şeyler anlatır, ancak garibim yetersiz kalır.
O hep, ekşi bir dayatmanın odağındadır.
Yaşlı kadının erkeği, kahvenin en dibindeki masada tek başına çay içiyordu. Selam verip oturmalığı yırtık iskemleyi kendime çekip oturdum. Üç aylık depozit istiyordu. Tüm işlemler tamamlandığında evin sahibinin o olmadığını anladım.
“O, şehirde büyük bir mimar” dedi. Nenesinin eviymiş. Oğlu, çocukluk arkadaşı olduğundan kira işini onlara bırakmış. Tatillerinde ara sıra gelirmiş eskiden. Sonra onların da anlayamadığı bazı olaylar olmuş, satmaya kıyamamış ve bunca sene sonra kiraya verilmesine gönlü razı olmuş. Adamın elinde kapı gibi vekâlet vardı. Ancak bu büyük mimarın adını öğrenememiştim. Tek muhatabım Hasan Efendiydi.
Kahveci, karşılıklı attığımız imzalar sonrası demli bir çay sürmüştü önüme. Bir süre havadan sudan, kasabanın insanlarından, denizden konuştuk.
Eşyaları getiren kamyon pazartesi günü yola çıkacaktı. İki gün daha kalabileceğimi düşünüp, kasabanın çarşısına yakın yerdeki pansiyonda küçük bir oda tutmuştum.
Hasan Efendi kalkarken, konuşmamızın başında kirpi başlı bir oğlan çocuğunun evden getirdiği anahtarları elime tutuşturdu. “Hayırlı olsun.” dedi.
Ertesi gün erkenden eve gittim. Avlunun her yerine açgözlülükle yayılmış yeşil-kara ot yığınlarını yerinden yurdundan etmek istemiyordum. Onlar öyle mutluydular. Dağdan gelip, bağdakini kovmanın ne âlemi vardı. Beni sadece evin içi ilgilendiriyordu. Yukarıda yan yana dizili odalar, eskisi gibi birbirleriyle sevişebilirlerdi. Mutfak ve tuvalet düzayaktı nasılsa.
Camlı kapı yine zorlanarak ardına kadar açıldı. Evin içi lavanta kokusu üretiyordu sanki.
Saat dörde doğru büyücek bir Desoto hırlayarak evin önünde durdu. Koşarak ana- kapıya çıkıp, tahta kapının öbür kanadını da açtım. Kamyon şoförü Beyazıt, kekeme; yardımcısı Şerdil ise sağırdı. Muhteşem bir ikiliydiler.
Öncelikle, her ikisi de üç yaşında olan kazlarımın; Bay Bligh ile Kaptan Flint’in indirilmesini istedim. En az sekiz saat süren uzun yolculuk oğlanları mahvetmişti. Hemen avlunun dibinde bulunan çeşmeyi sonuna kadar açmış hazneyi doldurup, az da olsa suyla temaslarını sağlamıştım.
Kaptan Flint diğerine göre daha saldırgan ve de alıngandır. Kaz deyip geçmeyin, ikisinin de kendine özgü davranış biçimleri var. Genelde rock’n roll ve klasik dinlerim. Bay Bligh klasiklerden hoşlanır, Kaptan Flint ise rock’n roll sever.
Beyazıt, yolda kamyonun lastiğinin patladığını, stepnenin de çok iyi olmadığını, Balıkesir’de sanayi sitesine girmek zorunda kaldıklarını, biz Şerdil’le tüm eşyayı eve taşıyana kadar ancak anlatabilmişti. Hem kekeme, hem geveze dedim içimden.
Topu topu; bir tane çift kişilik yatak, anneannemden kalma iki koltuk ve bir kanepe, iki mukavva kutu dolusu mutfak malzemesi, beş büyük kutu resim ve heykel malzemelerim, gençliğimden kalma yıpranmış gardrobumdaki elbiselerim ve en son, tek lüksüm Technics marka set ile ikibin civarındaki plaklarım ve bir o kadar da kitabım toplam bir saat içinde büyük salona gelişigüzel taşınmıştı.
Parayı hemen eline tutuşturmasam Beyazıt daha konuşacaktı. Sessiz Şerdil, anlamsız bir gırtlak zorlamasıyla teşekkür edip muavin yerine oturdu. Desoto geldiği gibi homurdanarak gitti. Oğlanlar evvelden alışkın olduklarından camlı kapıdan yeni evlerini görmek için içeri girdiler.
Üç saat sonra, mutfak hariç tamamen yerleşmiştim. Yatağın üzerine oturdum. Dizüstü bilgisayarımı cep telefonuma bağlayıp ne kadar tanıdık, eş, dost ve banka varsa hepsine yeni adresimi gönderdim. Banka neyse de eş, dost ve akrabalara ne diye gönderdin diyenler olabilir. Bunca sene kaçmıştım. Hiçbir yerde bir seneden fazla kalmayan ben, artık yerleşik bir ölüm istiyordum galiba.
Yeni bir şişe kanyak açtım. Sonra sanrılarımı, her an vuran baş dönmelerimi düşündüm. Ameliyat başarılı geçti demişti doktorum.
Doktorlar yanılır mı?
Evet!
Anlamsız baş dönmelerim onunla ilgili değil diye bağırmıştım bir zamanlar.
Kâbus bu işte.
Yüzük işbaşında.
Hangi deri ile oynaştıysa yok ediyor, lanetli bir örümcek gibi.
Ben kaybediyorum.
Sıra sende.
Kırmızı;
Esrikleri alır ilkten.
Sonra kadınları.
Sonra âşık dişileri.
Sonra heykel yapanları!
Karmakarışık rüyalar gördüm tüm gece. Beynim eskisi gibi düzgün çalışmıyor. Bazen gerçekte ne yaşadığımı veya olayların gelişimi sonrası ne yaşayabileceğimi tahmin edemiyorum. Garip şekiller, kafamda bir oraya bir buraya atılmış anlamsız grafik eskizleri sanki.
Kırmızı fener…
Fırtınanın büyülü rüzgârı saçlarımı dağıtmasına rağmen, kesif bir sessizlik hâkim beyaz yamaca. Kapının önünde kırmızı elbiseli sarışın bir kız çocuğu yumuk elleriyle gel gel işareti yapıyor. Ona bakmamaya çalışıyorum. Denize dönüyorum.
Kabarmış lacivert, beyaz köpük üretmiyor. Kara bir mavi; bir ucundan tutulup önce kaldırılıp sonra tekrar indirilen ev halılarının kaba hareketi misali dalgalandığını sanıyor. Sessizliğin sese karşı dargınlığı var etrafta. Geriye dönüp, kızdan tarafa bakıyorum. Kırmızı elbiseli kızın yanında neredeyse boyu kadar olan çirkin bir soytarı bacak bacak üstüne atmış. İkisi de beni seyrediyor. Soytarılardan oldum olası nefret ederim. Çocukken hediye edilen bir tanesi nenemin tahta bavulunda durdu senelerce. Sonra sanırım nenem onu komşu kadının oğluna verdi. Yüzü aklımdan gitmiyor. İhanet bu kadar güzel, ya da şehvetin şeytanlığı bu kadar sinsi oyulabilir tahta bir yüze. Hiçbir şekle girmeyen günahkâr vücudunu ellemem mümkün bile değil.
Koşarak fenere giriyorum. Engizisyonun kırmızı kukuletalı kudretli rahipleri, sarı ışık huzmelerinin dans ettiği loş salonda kulaktan kulağa bir şeyler fısıldıyorlar. Arkası dönük sandalyede kemikleri yok edilmiş bir et yığını, kabullerinin sonunu bekliyor.
Rahipler beni görmüyor.
Ortaya yürüyorum.
Sandalyede oturan, bir an sonsuz ilahi sevginin sorgulamasından kendini kurtarıp bana bakıyor. Çığlık attığımı sanıyorum.
Ama ses yok yine. Dişsiz bir ağzın, feri kaçmış gözlerin bana ait olduğunu anlıyorum. Kucağında oturan şekilsiz soytarıyı bana uzatıyor. Almam gerekliymiş. Senelerdir ellemedim diyorum haykırarak. Rahipler gülüşüyorlar. Koşarak tekrar dışarı çıkıyorum.
Kıpkırmızı bir dışarısı burası. Ama neyin içi ya da dışı belirsiz.
Çırılçıplak koşan biri, hareketli heykellere bağırıyor.
Öcümüz alındı…
Öcümüz alındı…
Ter içinde uyandım. Evin içi buz gibiydi. Saat on olmasına rağmen koyu gri gökyüzü akşamı selamlıyordu. Camla kaplı salonda rüzgârın sevişme sesleri duyuluyordu.
Deniz kabarmış, fırtına var…
Bay Bligh ve Kaptan Flint salonun dip kısmında birbirlerine sokulmuş uyuyorlar. Bilirim ikisi de sevmezler böyle havaları.
Salı sallanır derdi nenem. Hakikaten sallanıyorduk. İlk geldiğimde esnaftan, salı günleri kasabanın pazarı olduğunu, civar köylerden ve karşıdan gelen köylülerin taze yumurta ve süt getirdiklerini öğrenmiştim. Evde yiyecek hiçbir şey yoktu. Hemen giyinip çıktım.
Pazardan aldıklarım bir torbayı ancak doldurmuştu. Kasaba meydanındaki süpermarketten, taze köy ekmeği, salam ve beş şişe şarap aldım. Elimdekilerle tepedeki eve çıkmak beni oldukça yordu. Hava gittikçe kapıyor, grinin hükmediciliği, beyaz olan tüm evlerin üstünde sakil bir elbise gibi duruyordu. Bu da benim şansım dedim.
Akşam, evimi çabucak kucakladı. Hem yemek yediğim hem de heykellerin kalıplarını kırdığım, üzerinde tüm araç gereçlerimin, heykel düzeneklerimin ve eskizlerimin durduğu üç metre uzunlukta olan ince tahta masa, salonun ortasında tüm haşmetiyle beni bekliyordu.
Geldiğim evde, herhangi bir gece sarhoşken öylesine sarmaladığım yaklaşık sekiz adet kâğıt ruloları zemberekten boşanırcasına dağıldılar. Ameliyat olmadan evvel kafamda tasarlayıp yüzlerce eskizin sonunda, yapılabilir hale gelen kombinasyonlar bir anda salona yayıldılar.
Neredeyse beş aydır ellenmemişlerdi.
Bir bardak şarap alıp, dışarının uğultusuna inat, pikaba Charles Aznavour koydum ve her yerde olan çizimlerin son hallerine baktım.
Sonra birden, rüyalarımda çırılçıplak koşanın kim olduğunu anladım.
Eğer yaratabilirsem; her bir heykelin hareketli, yaşayan, nefes alan diğer yarısı, yani heykelle bütünleşmek isteyen izleyicilerden birisiydi bu.
Sevişmek değil, bir olmaktı tüm derdim. Şarabın mayhoş etkisi yavaş yavaş benliğimi kaplamaya başlamıştı. Özümsemeye çalıştığım mayi sonrası, üzüm yaprakları kafamda ilginç ışık ve gölge oyunlarına neden oluyordu.
Çamur ellemem gerekli…
Büyük çamur haznesini üst kattaki odalardan birine koydurmuştum. Bu yörenin, oldukça kaolinli, yeşilimtrak bir kili vardı. Aceleyle yukarıya koştum. Kaptan Flint benden önce davranmış kapının önünde bekliyordu. Kanadı ittim, hep birlikte içeri girdik.
Adamlar hazneyi yerleştirirlerken, yanlarında olmadığımdan, oğlanlar ve ben odayı ilk defa görüyorduk. Tüm duvarlar, inanılmaz güzellikte resimlerle, mimari çizimlerle doluydu. Bir yerde adam ve kadın siluetleri ile lanetli sayılabilecek bir ev iç içe girmiş diğer tarafta eski parşömenlerin üzerilerine yazılmış aşk şarkılarını andırır Latince yazılar, odanın içinde yeniden yaratılan kıskanç bir kirişin gölgesinde kayboluyordu.
Benliğim beni terk ediyordu.
Umarsız bir yetenek kaçıp giderken bütün hayatını burada bırakmıştı.
Oğlanlar iki bacaklarını daha da açmışlar, içeriye girmek, insansı evrende bulunmak istemezlercesine kapıda duruyorlardı.
Benim gibi bir kaçak vardı duvarlara haykıran. Aramızdaki tek fark, ben giderken arkamda hiçbir şey; ne ağlayan, ne ağıt yakan sevgili, ne de meraklı arkadaşlar bırakmamıştım.
Sessiz bir süzülüşle; bilmediğim ancak istemeyerek de olsa girdiğim hayatlar, ben olmadan da yaşayabilirlerdi. Dolayısıyla, sadece kapıcımın bildiği yeni hayatımı merak edecek, beni eski birlikteliklerimden dolayı yargılayacak kimsem yoktu. Usta bir dantel örücüsü misali, ince ince atmıştım dostluk ipliklerimi. Şimdi sorsanız, “ne etliye ne sütlüye karışırdı, kendi halinde biriydi” derler. Gerçekten böyle mi olmak istemiştim. Yoksa kolay iletişim kuramayan kişiliğimin kara yazgısı mıydı dostluklarım, zor sevgilerim, körleşmiş sevişmelerim?
Bu ev “son” du…
O yüzden, her türlü yaratmanın işveli bitişi burada olacaktı. O heykeller, onları seyredenler ile sevişeceklerdi.
Ben bana bakanla sevişememiştim.
Benim ölümsüzlüğüm de buydu işte.
Her bıçak darbesi, yaratan kadar yaratılanı da ve onu izleyeni de ilgilendirdiğine göre, her saniye kare kare bir daha seyredilmek, her seyredilme sonrası ise yeni şeyler görmek açısından filme alınacaktı.
Bıyık altından gülümsemeyin.!
Bu bir son değil, yeniden yaratılmak.
Kendi kendine!
Şarap sarhoşluğu bu. Biliyorum, sadece şarap…
Biraz Hayyam kokan, modern bir En’el Hak!
Sana karmaşık heykellerimin içine, çırılçıplak gir demiyorum.
Sadece kaskatı olan soğuk bronzu benim yerime, Tanrı olmanın doyumsuz hazzını ise bilmediğin sevişme sonrası kendine hissettir.
Yapman gereken sadece bu!
Bunlar benim sözlerim değildi. Oğlanların hiç değildi. Her şey tanrısal bir ozan olmaya soyunan, çoğu zaman mutsuz olduğu, ancak birlikte olunduğunda her dakikayı mutluluğa çeviren, tavan kirişlerinin bile yadsımadığı o büyük mimarın sözleriydi.
Onu hayal edebiliyordum. Kalın, yünlü paltosunun eteklerinden, sarkmış izlenimi veren bacakları ile dar sokakta yürüyor, arnavut kaldırımlarının kenarından apansız fışkıran sulardan kaçmaya çalışıyordu. Yıllar evvelinden, yarı aralık dudakları bir şeyler aradığını haykırıyor, sevecen bir yardım diliyordu.
Kırmızı denilen bir renkmiş aradığı.
O yüzden, akşam alacalarını, tuğlalı sobada ömür tüketen kömürlerin isle yaptığı anlaşmayı, balıkçıların henüz yaşamdan ayırdıkları barbunların kafalarından parmaklarına süzülen sıvıyı, bizlerin bilmediği kırmızıyı arıyormuş.
Hareketin, en önemlisi aşkın sadece renklerden oluşmadığını; her duygunun, şehvetin ancak ellenince farkına varılacağını umarım birisi ona anlatıyordur diyorum seslice.
Oğlanlar o kadar zaman kapının önünde beklemekten sıkılmışlar. Elimdeki büyük leğene o gecelik yetecek kadar çamur alıyorum. Çıt çıtlı elektrik düğmesini kapatıp aşağıya iniyorum.
Tripota bağlı küçük el kamerası başlıyor çalışmaya. Kırmızı elbiseli kız, Bay Bligh’ın yanında oturup, avuçlayıp yerleştirdiğim çamurun gerisinden bana bakıyor. Ama biliyorum, ona bakmadığım zamanlarda O, kameraya küçük bir yosma edasıyla bakıyor. Gerideki duygu yüklü erkek, belki anlar isteğini. Ama yanılıyor-um- kerata.
Küçük, parlak camlı delik, yönetmensiz bana bakıyor sadece.
İşte, yeni okşadığım çamurun yumuşaklığında, yıllardır istemsiz kusan özensiz ağzım, cinssizliğimi -seni- böyle öpüyorum.
Sonra, küçük elli kız, kamerayı işaret ediyor. Baygın gözlerim ondan yana dönüyor.
Can alıcı soru… Bıçak elimde.
“Seni böyle öpmüyorum diye mi kıskandın?”
Haaayıırrrr…
Bu bağırışlar kaç ay sürdü hatırlamıyorum. Oğlanlar, kaç ay tahta masanın üzerinde kalmış, bir zamanlar mis gibi kokan ev ekmeği kırıntıları ile salam dilimlerini gagaladılar?
Hatırlamıyorum…
Gökyüzü kaç kez gri ile buluştu?
Bilmem…
Şeytansı siluetler, salonun her yerinde, hatta yersizlikten bazıları yatağımın başucundayken, nevresimin doğallığına, benim çaresiz aşkımı anlatıyorlardı.
Kendimde olduğum ender zamanlardan birinde, öc alan diğer yüzüğün sahibine bir mesaj çektim.
Benimle oynaşan lanetli şey,
Her şeyin sonu olurken,
Yeni bir başlangıç yapmaya ne dersin?
Kazlar; çocuklarım, sana emanet…
Mayıs 2003
Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder