9 Mayıs 2010 Pazar

DOMUZ DERİSİ SAMSONITE

El ayası kadar geniş çınar yapraklarının yemyeşil olduğu zamandı. Yılını tam olarak hatırlayamıyorum. Aslında bunun pek de önemi yok. Ancak mevsimler önemli.
İç bayıltıcı kokular yayan baharın karşı koyulmazlığı ile cıvıldaşan oynak vücutlarımızın ve serseme dönen tutkularımızın yazdığı küçük şiirler, zaten yıllar hakkında ufak ipuçları veriyordu. Dolayısıyla, ünlü vakanüvistler misali altın varaklı minyatür bezeli kitaplara, ilkokul çocukları misali kenarları çiçekli hatıra defterlerine ya da gözlüklü muhasebeciler misali kara kaplı ajandalara tarih düşmek anlamsızdı. İşte bu yüzden bilmiyorum hangi gün idi. Ama hatırlıyorum ki, onun en çok sevdiği; sevgililer ve tutku düşkünü erkekler için vazgeçilmez bahar aylarından biriydi.
Kasketi yandan, aklı ortadan, iki köpek dişi altın kaplama postacı Kâzım, eve gelmiş ancak her ne hikmetse içeri girdiği halde beni bulmak zahmetine katlanmadan sofadaki tahta masanın üzerine iadeli taahhütlü zarfı bırakmıştı. Bu yüzden ince pelur kâğıdı saklayan grimsi zarfı ancak akşam fark edebildim. Bilmem nere sulh hukuk mahkemesinden gelen bir celpti.
Üzerinde adım yazan zarfa bakakaldım. Tereke davası için Haziran’ın sekizinde mahkemede olmam gerekiyordu. Aynı soyadı taşımıyorduk. Ama elinde terazi taşımaya mecbur ettikleri kadın, beni bu çıplak Adada buluvermişti.
Hep yadsıdığım, gençken, çoğu zaman içki sofralarında yerdiğim devlet iyi çalışıyordu. Tek başına bir adada yaşamaya kendini mahkûm eden, mahalleli ve ada sakinleri tarafından “tuhaf biri” diye kocaman bir yafta ile alışveriş yapmak zorunda bırakılan zavallı ben, burada bile bulunmuş ve mahkemeye çağrılmıştım. “Helal olsunnn beee!..” nidası, içkiden yamulmuş dudaklarımdan, kederden feri kaçmış gözlerimden dökülüverdi.
Önümde yaklaşık daha bir ay vardı ve devleti geçtim, kendimi ve onu sorgulayacak kadar zamanı haizdim.
Elimde kadehim, atölye olarak kullandığım salona yürüdüm. Aklım, hâlâ gelen pelür kâğıdın gizli anlamını çözmeye çabalıyordu.
Ortaçağ dehlizlerinden kendini azar azar göstermeye çabalayan resimlerin kapattığı büyük pencerelerden, pamuksu akşam bulutları girmeye çalışıyordu. Ancak kaskatı fırçalarım, her şeyden daha gerçekçiydi ve sağlam bir bağ kapısı gibi dimdikti.
Bu salondan içeri girmeyeli aylar hatta yıllar olmuştu. Her şeyi bırakıp kaçmaya alışkın olduğumdan, burayı da kendi haline, akrilikleri hava ile solumaya, tuvalleri güneş ışığıyla kurumaya gönlüm el vererek bırakmıştım. Öyleyse beni kendimle, geçmişimle ve geçmişlerini paylaştığım diğer insanlarla yeniden yüz yüze getiren dürtü neydi?
Parmağıma bir asalak gibi yapışan yüzüğe baktım. Ondan kurtulmam gerektiğini söylemişti.
“Kurtuldum” dedim, yalanın dik âlâsını söyleyerek.
“ Boğaz’dan denize fırlatıp attım.”
Sevindi.
Aslında sinirleneceğini düşünmüştüm. Ancak, “ İyi olmuş, ondan kurtulmalıydın, hangi deri ile oynaştıysa yok ediyor, lanetli bir örümcek gibi” demişti.
Ve ben onun yerine bin kat daha fazla sinirlenmiştim. Bu kadar kolay mıydı? Her girdiği hayatı ölümcül mikroplar gibi sarıyor, sonra yavaş yavaş yok edip, kendine katıp, daha daha daha da büyüyordu.
Ve o hep büyüktü.
Boktan bir pelür kâğıt, gece gece bana neler anımsatıyordu. Annem gibi silgilemeye alışmış aklım, bu defa eski kâtiplerin kullandığı kopya kalemine yenilmişti. Hayatımdaki mor lekelerin her biri bir harf oluyor, neşesiz, tatsız, okunması zor piyasa hikâyelerinin önsözlerine bürünüyordu.
Anteni kırık radyodan, bir bahar akşamı rastladım size, sevinçli bir telaş içindeydiniz dizelerini döktüren ağdalı kadının sesi duyuluyordu. Bir bahar akşamı olduğu doğruydu. Fakat sevinçli bir telaş yerini hüzünlü bir sakinliğe bırakmıştı.
Tereke davası”, seslileri ve sessizleri ile korkunç bir gerçeğe bekçilik ediyordu. Kadeh elimde, donup kaldım.
Miras bu!
Yani ölen kişilerin, birilerine bıraktıkları kendi hayatlarının ağır yükleri!
Taşınması gerçekten istenmeyen, kaderin garip cilvesi denilerek günahı ve sevabı ile kabul edilen; kırmızı yakalı, beyaz saçlı hâkimlerin ağır tokmaklarında, kalanın hayatına yenisini karar olarak koyan miras davası bu!
Demek!
Demek!
“Yüzüğü attım” demek, bir son değilmiş. Ondan kurtulamadığımı bilerek, yeni ve içimi delen ne kadar gerçek varsa hepsini göstermeyi düşünmüş.
Olamaz!..
En son, mükemmel bitiş, hep dediği gibi Wagner bitişi buydu demek!

Sondan başa doğru gideceğim.

Güzel sanatlardan sınıf arkadaşımdı. Ustaların bile kıskanacağı, aksi bir yetenek vardı ellerinde. Çamur teknesiyle sevişmeye başlaması, tüm sınıfın, karanlık ayinlerde itaat edilen kara cübbeli Tanrının, vasallarına imrendiği bir ayrıcalıktı. Ancak, gösteri böylesine görkemli başlar, kimsenin görmediği o dip odada, doğum öncesi kasılmalara kadar yalnız devam ederdi. Bir kişi; o da ben, çekilen ıstırapların sıvazlandığı duvarları seyredebilirdim. Söz söyleme, hele eleştirmek gibi bir lüksüm hiç olmadı.
Ama o, hayatı boyunca beni eleştirip durdu. Kırmızı düşkünlüğümden, siyah ürküntümden -ona göre ayrıntı değil esastı- dolayı hep aşağılandım. Kendi doğruları, başkalarının hayatları hakkında yadsınamayacak kadar katı değer yargıları vardı. Şimdi düşünüyorum da gözbebekleri hiç gri rengi bilmemişti. Son sınıfta, ruhunu reddederek, öğretmen olmaya karar verdi.
Babam zengindi, tahsilimi Paris’te devam ettirmeye karar vermiştim. Ilık bir ekim gecesi sarıldık. Ayrıldığımızda, onu bildim bileli çıkarmadığı yüzüğünü, parmağıma takmaya çalıştı. “Olmaz, benimkine” diye haykırmama ramak kalmışken, uysal bir köpek gibi esir oldum. Muzip bir gülüş dudaklarında yayvanlaştı. “Oldu işte” dedi.
Aslında her şeyin başlangıcı, üçüncü sınıfta, ağaçların altında; yasak sarmalarından birini efkârlıca tüttürürken, anası ile babasının evlilik yüzüklerinden birini şişmiş parmağından çıkarıp, “sahip olduğum her şeyi ister misin?” diye sormasıydı.
“Hayır!” diye cevap vermiştim. Beni ürküten gözlerindeki kararlılık mıydı?
Bilmiyorum.
Kendimi kandırmamı, belki sizi kandırmamı istiyorsanız, söyleyeyim. Akıntıya karşı kürek çekiyordum. Ve her ne hikmetse kazanıyordum. Sonraları, bu çılgın çırpınmanın, onun buna izin vermesi sonucu olduğunu ayrımsadım. Doygun bir avcı gibi benim öttürülen düdüğe cevap vermemi bekliyordu.
Merak ediyorsunuz değil mi?
Evet. Verdim. Tam on sene sonra.
Aramızdaki süregelen oyun, yıllarca devam etti. Defalarca Paris’e geldi, ama bana uğramadı. Çalmasını nenesinden öğrendiği keman konçertolarını, café’lerin küçük localarında dinleyip, İstanbul sokaklarında çaldı. Sonra, sanat tarihi öğretmeni olup, genç beyinleri zehirledi.
Çırılçıplak yattı, saçlarını hiç boyatmadı, yeğenini çok sevdi. Her türlü safahatı, aykırılığı, cinssizliği yaşadı ve şimdi anlıyorum ki, Tanrının, her zaman kıskandığı kız kardeşi olarak öldü.
Bir sürü beyin onun elinde, vücutlar ise teninde hayat bulmuştu.
Bunlardan biri de ben olabilirdim.
Korktum!
Bunu mu söyletmek istiyordunuz?
Evet... Korktum...
Hâlâ da korkuyorum. Cerrahpaşa Hastanesinin morgunda duran ağır vücudundan, salınımsız et yığınından korkuyorum. Sulh hukuk hâkiminden, küçük bıyıklı mübaşirden, çelimsiz daktilo kızdan korkuyorum. Sofadaki masaya postacı Kâzım’ın bıraktığı pelür kâğıttan korkuyorum. Açgözlü benliğimi terbiye edip, saklandığım bu nene evinde keşfedilmekten, bir yirmi yılı tekrar yaşamaktan korkuyorum...
Okuldan bir dost yazmış, beyninde çabucak gelişen urlar yüzünden ölmüş. “Menhus hastalık” demişler doktorlar. Az görünür cinsten. Yadırgamadım ölümünü. Mirası neden böylesi rahatsız ediyor acaba? Bilmiyorum dedim ya!
Eminim oradan kahkahalarla gülüyor bana. Karacaahmet’in şekilsiz toprak öbekleri, çalışkan karıncaları, içten pazarlıklı solucanları, dedikodularına onun taze vücudunu ortak etmişler, beni çekiştiriyorlar. Kulağıma gelmedi mi sanıyorsunuz? O, hâlâ bana verdiği yüzüğü sayıklıyor. Ama bilmiyor ki o yüzüğü atmadım. Ben gelene kadar kurtulamayacak. Hâkim, hayatını bana elleriyle sunarken, son gülen ben olacağım.

Bir ay sonra...

Hâkim Haşmet, beni mübaşir Mehmet ile çağırdı. Bir sürü anlamadığım Arapça terimler sonrası tokmağı vurup “karar” dedi. Ayağa kalktık. Avukatım, babamın bir zamanlar avukatı olan Aydın Beydi. Bir bavulmuş her şey. En az elli senelik bir Samsonite. Koridorda açıyorum hevesle, içindekileri görmek için. İçinden sadece “Kendi kendine konuşan kadın” adlı bir hikâye müsveddesi saçılıyor ayaklarıma. İçin için güldüğünü, oyunu kazanmanın yengisi içinde, elindeki martı dövmesini öptüğünü görüyorum!

Yapabileceğim tek şeyi yapıp, her şeyi sarı tekire anlatıyorum.
O beni biliyor!

Haziran 2003
Ankara

Hiç yorum yok: