Bütün mahalle bilir onu. Kılıksız postacısından, her ay su ya da elektrik saatlerini tahsilata gelen memurlara, bohçası sırtında, koca kıçlı çingene karıları ve omuzundaki bir sırığa iki tarafından asılmış yoğurt tepsileriyle, üç mahallenin yoğurtçusu, hemen iki ev üstünde oturan Baytar Hulusi Bey bile bilir onu.
Nenesinden kalma kıyı evine yerleştiğinde, tüm mahalle sakinleri bir yıla kalmaz, sıkılır gider dediydiler. Duyduk ki, uzun seneler yaşadığı yabancı bir memleketten İstanbul’a, oradan da savrulmuş bir iğde dalı misali Ada’ya gelmiş.
Evin tahta pancurlarını yaptırdı ilkin. Sonra Marmara’nın delice esen rüzgarlarından iyice sararıp, sarı karaya çalan evin dışını süt beyaza boyattı. Marangozun biri geliyor, boyacının biri gidiyordu. Tüm gün, kahverengiliğini yitirmiş ela gözleri, dudaklarında gümüş ağızlıklı sigarasıyla ustaları izledi durdu. Akşamın kızıllığı, adanın üzerine bir yorgan misali kapanırken, martılar son kez çılgın kahkahalarını atarken, denizden yeni çıkmış süngeri andıran elleri, senelerdir hercai renklere boya çalmış parmakları, küçük çırpınışlar yapıyor, yok olan sevgilinin öte hayalini ezbere seviyor, o canım bilinmez kumral saçlarını son kez, azar azar okşuyor, sonra zorlu bir doğum evveli gibi kasılan yüzü, ne hatırladığını unutan bir öfkeyle çakmak çakmak olan gözleri, yeniden her menteşeyi, dam altı boyalarını, sanki bilirmiş gibi ince ince kontrol ediyordu.
Mahalleli, epeyce bir süre sordu, soruşturdu kimin nesi olduğunu. Eskilerin çoğu bu dünyadan göçüp gittiklerinden ve onların torunlarının hep yaptıkları gibi babadan kalma mallarını sonradan görmelere sattıklarından, aslında çocukluğunun bu evde geçtiğini, mahallenin bütün eski evlerini avucunun içi gibi bildiğini, ilerideki koylarda denize girmek için öğle uykusuna yatmayıp, arka kapıdan kıçında tek donla denize koşturduğunu, yanıklarına nenesinin söylene söylene yoğurt sürüp, bir güzel dayak yediğini, daha sonraları “Denizden babam çıksa yerim” deyişini, kısa saçlarını, muzip bakışlarını bilmiyorlardı.
Tuhaf biriydi. Pek kimseyle konuşmazdı.
“Merhaba”
“Merhaba”
İşte hepsi o..
Adanın küçük çarşısının esnafı, onunla konuşabilmek, etrafına yaydığı esrarengiz ışığı görebilmek amacıyla didinip durdu. Her gün uğradığı dükkân, adanın tek hırdavatçısı; çeşit çeşit boyalardan ve küçük bahçe demirlerinden tutunda, koca evlerin cephelerini boyamak için kullanılan geniş rulolara, lata denilen kalın tahtalara, kunduracı İsmail’in bir avuçta ağzına atıp, tükürür gibi boydan boya yarık ayakkabı tabanlarına mıhladığı minik çivilere, hela tıkaçlarına, pirinç muslukların aşınmadan dolayı suyu bir şarkı misali mırıltadıp damlatan pörsümüş lastik contaların yenilerine, çıtçıtlı elektirik yakacaklarına, lüks gömleğine, idare lambalarının boy boy fitillerine, Zeppelin marka bisiklet jantlarına, alafranga kenef taşlarına, hatta ponza taşına kadar akla gelebilecek her şeyi satan Hırant’ın dükkânıydı.
Hırant; dost canlısı, malını iyi pazarlayan, işinin erbabı bir tüccardı. Geçenlerde, İstanbul’da bir bankada muhasebeci olan akrabası Varbet’ten , yeni yaptırılan o evin, yanıbaşındaki arsa ile üstündeki evi , kendince ucuza kapatmış, şimdi ise çarşıya her indiğinde kendisine uğrayan o kadına, malını satmaya çalışıyordu.
Aslında bu bilinmeyen kadınla, ayaküstü de olsa, sohbet edebilmesi bile, çarşı esnafı arasında farklı bir yer edinmesine sebep olmuştu. Kadının her gidişinden sonra, bir iki dükkân sahibi, laf olsun diye şöyle bir uğrar, aslında kendisinin de bilmediği bir sürü şey sorarlardı. O ise; soruları ustalıkla geçiştirir, ya da hayal dünyasının kısır sepetinden allayıp pulladıklarını, o akşamın meyhane masalarına meze yapardı.
“Güzel kadındı doğrusu...!”
Mahalleyi hayrete düşüren olaya, ilk tanık olan postacı Kâzım’dı. Bir gün devletten gelen iadeli taahhütlü mektubu vermek için eve geldiğinde, kapı açık olduğundan biraz da merakla içeri dalıvermişti. Yirmi senedir adanın postacısıydı. Evin, eski sakinlerini az buçuk tanıyordu.
Süleyman Kaptan adanın yerlisiydi. Macera olsun diye, delikanlıyken büyük şehre gitmiş, orada kaptan olmuştu.
Eski balıkhanenin sahibi Sait dede, Süleyman’ın çocukluk arkadaşıydı. Fakat, ismi ne zaman anılsa, “Bırakın O deyyusu!” der, yere doğru okkalı bir tükürük savururdu.
Postacı Kâzım; çocukluğunda babasının kahvesindeki, neşeli bir sohbet sırasında, Süleyman Kaptanın adaya dönmesinden sonra Safiye’yi Sait’ten nasıl ayırdığını ballandıra ballandıra anlattığını hatırlıyordu. Ancak, o zamanlar tüm bunların, Sait dedenin kulağına gitmesi için uydurulmuş bir oyun olduğunu kimsecikler anlamamıştı.
Süleyman; adanın, Perili Burun denilen yerindeki fenerde, uzak denizlerin rutubetli yalnız gecelerini, dolunayın parlak mavi rengini - aynı Safiye’nin gözleri gibi - insanın kemiklerini donduran kuzey rüzgârlarını anlatarak keşfetmişti genç Safiye’yi.
Sait’e göre; “ O deyyus ”, Marmara’nın bir karış bile dışına çıkmamış, açık denizin şamarını hiç yememişti.
O yüzden, ancak adanın yeni yetme balıkçılarına, bordadan nasıl yanaşılacağını anlatırdı kibirli kibirli. Hele düzgün beyaz dişlerini göstererek, ecnebilerden gördüğü gibi tahta piposunu tutuşu yok muydu!
Hayatı parlak yalanlar üzerine kuruluydu. Çocukken koca bir kırlangıcı elleyememişti bile. Ancak, afili bir tutuşla sandaldan atlamış, Sait’in babasının ayaklarına atıvermişti zavallıyı. Ve yılan dili, hayatta en sevdiği kadını, bir anda kendisine âşık etmiş, sıcak bir oniki eylül günü, hayatının, hayallerinin, her şeyin sonu olmuştu.
Bir ara, Süleyman’ı meydanda, alınının tam ortasından vurmayı düşünmüş, ancak bu birlikteliğe Safiye’nin de rıza göstermesi, tek suçlunun Süleyman olmadığını anlamasını sağlamıştı. Sait dede, o günden sonra evlenmemeye yemin etmiş, için için Süleyman’ın ölmesini, Safiye’nin kendisine kalmasını beklemişti.
Süleyman Kaptan, son zamanlarına kadar çakı gibiydi. Postacı Kâzım, Safiye Hanım’dan kaç çocuğu olduğunu hatırlamıyordu. Arada gelen giden insanlar oluyordu ama hiçbirini tanımadığı için pek konuşmuşluğu yoktu. Ancak, Kaptanın da konuşmayı pek sevmediğini, hele hele çarşıya fazla inmediğini, inse bile sadece koca çınarın altındaki eski kahvede oturup, sahibi Hüseyin’le muhabbet ettiğini hatırlıyordu. Diğerlerine ve Ada’ya karşı, buruşmuş dudakları görünmez bir mühürle kapatılmıştı sanki.
Postacı Kâzım, aslında evin yeni sahibinden çok, içinin nasıl olduğunu merak ediyordu.
Limanın tüm kedi taifesi, her daim açık olan ön kapının içinde, dışında, bazısı merdiven başında, iyice arsızları bir üst katın pencere pervazında, pervasızca yalanırlar, dünya yansa umurlarında olmadan uyuklarlardı. Onların imtiyazları vardı bu koca evde.
Önceleri, mırıltıdan başka birşey anlaşılmıyordu. Küçük sofada azıcık ilerledi. Şimdi konuşmalar, daha doğrusu sadece tek bir ses daha iyi duyuluyordu. Yıllardır çılgıncasına içilen sigaraların yarattığı hafif kısık, ama etkileyici bir tını, eski salondan sofaya, oradan Kâzım’ın sarkmış kulaklarına yansıyordu. Postacı Kâzım, büyük bir merakla başını biraz daha ileriye uzattı ve ondan sonra tüm mahallenin bildiği ve zamanla hiç yadırgamadığı o tek taraflı gibi görünen, ama adalılara göre gayet aşina olan sohbete tanık oldu.
Hemen kucağında iri, sarı bir tekir, burnu burnuna nerdeyse değecek, gözlerse birbirini tamamlar halde.
Tek taraflı görünse de, sessizliğin sesle koyu bir muhabbeti. Arada kısık kahkahalar. Utanmaz bir miyavlama…
Sonra sudan konuşmalar. Ve yine derin konular, şairlerden küçük dizeler;
“Karlar eridi sonunda
gömülmeden ayak izin”
“Kapımı açtım yolunu
geçerken durmayacak mı?”
“Sular musikin kayalar
orgun bu sahillerde”
Sonra yine aşk iniltileri, kırgınlıklar, yılgınlıklar, kumral sevgilinin bilinmez bir yılın kışında sebepsiz yere kaçıp gidivermesi, Seine Nehrinin çamurlu homurtusu…
Salonun dibinde kocaman tahta bir düzenekle, bunların etrafına atılmış resimler, bir çılgınlık anında yaratıcısı tarafından bile anlaşılamayan bir yeteneğin ürünü olan eskizler vardı. Bazıları bitmiş, bazıları ise öylesine, susmayı seneler evveli kabullenmiş gibi yarımdı. Dizi dizi boya kapları, nerdeyse salonun ortasına kadar yayılmış, çoğu boyalı -sanki kaskatı- bir sürü fırça ise tahta komodinin üzerinde duruyordu. Her yere kızıl bir intikam ateşi hakimdi. Pencerenin kenarına dayanmış kocaman bir deniz feneri de, diğerleri gibi aynı yazgıya esir olmuştu.
Postacı Kâzım’ın şaşkınlıktan bir karış açılmış ağızı ve sofadaki tahta masa üzerine bırakılmış iadesi olamayan taahhütlü mektubu.
İşte böyle öğrendi tüm mahalleli, tüm adalı, eski evi ve kadını…
O nerede, sarı tekir orada, bir ucundan bir ucuna yürürlerdi uzun kumsalda. Bu arada hiç durmazdı ağızı. Ne bulurdu böyle konuşacak bilinmez.
Belki de sıradanlaşan ev hayatımızda; “Acıktın mı ?”, “Sofra hazır !”, “Kızın paltosu eskidi”, “Hacer’in de sarı burma bileziği çok güzelmiş”, “Bakkal Hasan’a borç” vs.. laflarından farklı, belki hayatı boyunca konuşamadığı ya da unutamadığı kumral sevgilisini anlatır dururdu.
İşte böyle gördüm onu ilk.
Sarı tekire gülerek;
“Ben sana hayran,
sen cama tırman” diyordu.
Mart 2001/ Kasım 2002
Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder